Tarihi bir yapıtı sadece geçmişe ait bir kayıt olarak okumak büyük bir yanılsamadır.
Hele ki bu yapıt MichelFoucault’nun Deliliğin Tarihi gibi bir eser ise...
Zira Foucault’nun kalemiyle tarih, bir otopsi masasına yatırılır: Güç ilişkileri, epistemolojik kırılmalar ve ideolojik perdeler birer birer sıyrılırken, “delilik” kavramı bir bireysel sapkınlık değil, toplumsal mühendislik aracı olarak karşımıza çıkar.
Foucault’nun metni, alışıldık akademik dilden uzak. Zihinsel kıvrımlarla ilerleyen, şiirsel ve teatral bir anlatı yapısına sahiptir.
Deliliğin Tarihi, tarihsel olayları kronolojik olarak sıralamaktan ziyade, “akıl” ve “delilik” kavramlarının birbirini nasıl tanımladığını, bu tanımların hangi otoritelerce üretildiğini sorgulayan bir metinsel koreografi sunuyor.
Yazım tarzı hem aydınlatıcı hem de provokatiftir; okuyucuyu pasif bir izleyici değil, düşünsel bir mücadeleye çağırıyor.
Orta Çağ'da deli, ilahi sırlarla temas kuran mistik bir figürken; Aydınlanma ile birlikte dışlanması gereken, kapatılması elzem bir tehdit haline gelir.
17. yüzyılda başlayan Büyük Kapama, yalnızca delileri değil, toplum dışına itilen tüm kesimleri —dilenciler, fahişeler, işsizler— hedef alır.
Foucault’ya göre bu bir tıbbi zorunluluk değil, siyasal bir tertiptir. Devletin, düzeni ve üretkenliği önceleyen yeni yapısı, deliliği “toplumsal hastalık” ilan ederek kendini sağaltır.
Bu yönüyle Deliliğin Tarihi, yalnızca deliliği değil, modern devletin kimleri “normal” kabul ettiğini de deşifre eder. Kimin konuşmaya yetkili olduğunu belirleyen bir epistemik iktidarın izini sürer.
Modern psikiyatrinin doğuşu, Foucault’nun merceğinde tarafsız bir bilimsel ilerleme değil, disipliner bir stratejidir.
“Delilik”, artık Tanrı ya da Şeytan ile değil; uzmanlarla, doktorlarla, dosyalarla, reçetelerle konuşur. Burada karşımıza çıkan teknik gelişme, bir özgürlük değil; bir kontrol biçimidir.
Özellikle panoptik gözetim ve kurumsal disiplin kavramları, yalnızca delilerle sınırlı kalmaz; okullardan hapishanelere, fabrikalardan hastanelere kadar modern toplumun her hücresine sızar.
Delilik, sınırda duran bireyin değil; sistemin “normalliğini” inşa eden gizli çimentosudur.
Foucault, Freudvari bir iç dünya yerine, bireyin toplum içindeki konumunu, deliliğin hangi koşullarda teşhis edildiğini sorgular.
Deliliği bir ruhsal bozukluk değil, bir toplumsal pozisyon olarak ele alır. Bu da psikolojiyi bireysellikten çıkarır, toplumsallığın içine yerleştirir.
Deliliğin tarih boyunca uğradığı muameleler, toplumsal normların değişkenliğini ve kırılganlığını da ifşa eder.
“Deliliğe kapatılan” birey, aynı zamanda toplumun kendine itiraf edemediği bastırılmış yönlerinin yansımasıdır.
Foucault’nun çizdiği tarih, yalnızca bir arşiv çalışması değil, bugünün tıbbi, pedagojik ve hukuki pratiklerine yöneltilmiş derin bir eleştiridir. Hala kimleri susturduğumuz, kimleri görmezden geldiğimiz ya da “tedavi” adı altında bastırdığımız sorusu güncelliğini koruyor.
Özellikle akıl hastanelerinin, psikiyatrik tanıların ve ilaç endüstrisinin bugünkü rolü, Foucault’nun teorisini doğrular nitelikte.
Delilik bir direniş midir?
Deliliğin Tarihi, okura sessiz bir soru bırakıyor.
Eğer akıl, iktidarın belirlediği sınırlar içindeyse, delilik belki de en radikal özgürlük biçimidir.
Belki de delilik, yalnızca bir hastalık değil, aklın ikiyüzlülüğüne karşı bir başkaldırıdır.
Michel Foucault’nun bu eseri, sadece tarihe değil, bugünümüze de ayna tutuyor.
Ve o aynada, akıl diye bildiklerimizin aslında ne denli politik, ne denli tarihsel ve ne denli kırılgan olduğunu görürüz.