Çocuk bakışlarımla zamanı durdurur, hayatın kuytularında saklı kalmış renklerle boyarım…

Zaman kavramının anlamını yitirmeye başladığı ve evlere hapsolduğumuz bu günlerde, çocukluktan kalma alışkanlıklarımız bize yoldaşlık ediyor. Çocuklukta nelerle beslenmişse ruhumuz, nelerle dolmuşsa usumuzun derinlikleri, bir bir gün yüzüne çıkıyor.

Oyun ve oyuncak hiç şüphesiz tüm çocukların ve çocuk ruhumuzun vazgeçilmez gerçeği ve bu gerçek binlerce yıldır hiç değişmeden devam ediyor. Çağlar boyunca çocukların kendi yaptığı oyuncaklar veya endüstriyel dünyanın onlara sunduğu oyuncaklar çeşitlilik gösterse de aslında toplumların çocuğa bakış açılarını yansıtmışlar ve geleceğe dair yol haritası niteliğinde olmuşlardır.

İstanbul Oyuncak Müzesi’nde insanlığın Ay’a ulaşma düşleriyle yaptığı uzay oyuncakları ziyaretçiler tarafından büyük ilgi toplamaktadır. Uzay odasındaki oyuncaklar arasında en eski olanları 1920’li ve 30’lu yıllarda ABD’de yapılanlardır. Bu oyuncaklar, insanların uzaya çıkacağı ve hatta bir gün mutlaka Ay’a adım atacağının habercisidirler. Uzay ve Ay’a ilk adımın yine aynı millet tarafından 20 Temmuz 1969’da atılmış olmasına rastlantı diyebilir miyiz?

Ya da şunu soralım Ay’a ulaşmayı kim başaracaktı, 1920’li yıllarda çocukların düşlerine, oyunlarına yaptıkları uzay oyuncaklarıyla Ay’ı hedef gösterenler mi, yoksa o yıllarda çocuklarına oyuncak olarak kaynana zırıltısı alan millet mi?”

Sunay Akın’ın “Ay Hırsızı” isimli kitabında bulunan “Ay’daki Oyuncak” öyküsünden bir bölüm…

Bu soruları cevaplamak zor olmasa gerek.

Eminim bu satırları okurken hepinizin yüzünde aynı tepkiler oluştu ve cevap vermeye bile gerek duymadınız cevabının belli olduğunu görerek.

Kendinize, birbirimizden bu kadar nefret eder hale ne zaman geldik diye sordunuz mu hiç?

Sormadıysanız şimdi sormuş oldunuz…

Öyle öğrettiler bize çünkü…

Yavaş yavaş birbirinden nefret eder hale getirdiler koca bir toplumu.

Zaman kötü, aman kimse dışarıya çıkmasın denildi kimi zaman ama kimse sormadı zamanı kim kötü yaptı diye…

Kin, nefret, düşmanlık, yalan, hırsızlık, saygısızlık, haysiyetsizlik, ikiyüzlülük, sahtekârlık öyle bir hal aldı ki güzel memleketimde, iki kelime güzel söz, basit bir dürüst hareket mumla aranır oldu.

Yolda para bulup getiren birisine “Bu devirde böyle insan kaldı mı?” denildi.

Minibüste bir yaşlıya yer veren olduğunda vebalı gibi bakılır oldu yüzüne…

El ele oturan sevgililer korkuttu parktaki kendini bilmezleri…

Yalakalığı ve ikiyüzlülüğü kendine görev edinmişler yükseldi işlerinde…

Sahtekârlık en önemli meziyet oldu, hırsızlık başarı…

Ve işin kötü tarafı, çocuklarımıza yıllardır bunlar öğretilirken seyirci kaldık.

Şimdi yeryüzünün her tarafı kan gölüne dönmüşken soruyoruz, neden diye…

Nedeni var mı?

Bunları öğrenerek büyüyen çocuk büyünce ne yapar?

Bu bir kuru eleştiri yazısı değil bakın çözümünü de veriyorum;

Çocuklarınıza insan olmayı öğretin. Biz olamadık bari onlar insan olmayı başarabilsinler…

İnsan olmanın erdemini kavrayabilmiş toplumlar, çocuklarını da aynı düşünceyle yetiştirirler ve böylece insanlık, nesilden nesile aktarılmış bir erdem haline gelir.

Sunay Akın’ın dediği gibi “Oyuncakları çocuklarına düşleri, hayalleri çoğalsın diye değil, oyalansın diye alan bir milleti oyalamak ne kadar da kolay oluyor!”

Demem o ki; mesele, oyuncak kadar basit bir mesele ise oyalanmamak gerek…

Dilimdeki son cümleyi başa tutturmuştum;

Çocuk bakışlarımla zamanı durdurur, hayatın kuytularında saklı kalmış renklerle boyarım…

18.04.2021