Önümüzde sonsuz boşluk ve düş kurabilme telaşındayız... Belki de insan olabilme umudu kaplamıştır gökyüzüne saldığımız düşlerimizi.

Yalınayak yeryüzü önümüze serilmişken, tanrının paletindeki renkler, kollarını açmış korkuluğun gözünden yansıtıyor hırslarımızı.

Her daim ayakta karşılar omurgasız bakışları. Kimi zaman umut eker beklediği tarlalara, kimi zaman baharın binbir renklerini düşürür uyanışa…

Aslında kargalar bile gülerken halimize, bir korkuluğa sarılıp gökyüzünü kucaklamalı…

Küçükken yaşadığımız iki katlı evimizin alt katında babamın sonradan açtığı bakkal dükkânının mavi renkli demirden yapılmış bir kapısı vardı. Ve yine aynı renk çerçeveli penceresi ile cam bölümünü kapatan ahşap bir de kapağı vardı.

TRT radyonun tınılarıyla gelen müşterilerini karşıladığı eski radyosu, bakkal açık kaldığı sürece hiç susmazdı. Giriş kapısının yan tarafında bir iğde ağacı vardı. Mevsimi gelince olmasını beklemeden, koparıp yemeye başlardım.

Ahşap raflarında mahallenin isteğine göre sıralanmış malzemelerden çok, teneke kutularda tartılarak satılan bisküvi ve lokumlar ilgi alanım olurdu.

Gri beyaz bezenmiş tüylerini okşamaktan büyük keyif aldığım tekir cinsi kedimiz gün içinde kaybolup, akşam güneş batmaya yakın tekrar gelirdi. Önce tekmil alır gibi dükkânın önüne oturur, etrafı seyreder sonra da batan güneşin kızıllığına doğru uzanır, ön ayaklarını öne doğru uzatıp gerindikten sonra toprağa yatardı.    

Ahşap çatılı evimizin kiremitleri kış gelmeden, hatta sonbahar yağmurları başlamadan elden geçirilirdi. Zamanla yosunlaşan kiremitlerin kırılmış olanlarını tek tek ayıklamak birkaç gün sürerdi.

Evimizin ve aynı zamanda dükkânımızın önünü çeşit çeşit çiçekler süslerdi. Bazen margarin tenekelerine dikilen bu çiçekleri taşımak gerekirdi. Güneş gören yer en makbul olanıydı ama mevsim yağmurlarında sulansın diye hepsi sundurmanın dışına çıkarılırdı.

Geçen zamanın hesabını bile yapmadan, yatma vaktine kadar oynadığımız sokakları unutmak mümkün değil.

Günümüzde kaybolan değerlerimizin peşinden koşmak çoğu insana yersiz gibi geliyor ama aslında köklerimizin uzandığı topraklar bizi var ediyor.

1 Ekim’ de İstanbul Maltepe Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde açılan resim sergisinde yeniden yaşadım bu duyguları.

Babam, Bakkal Ömer karşımda duruyordu.

Sergi salonuna sıralanmış eserlerin her biri, birbirinden değerli anı yüklenmiş.

Her fırça darbesi emek emek işlenen halı deseni gibi dökülmüş kalın, beyaz bezlerin üstüne…

Duvarda asılı olan şeye sadece resim diye bakılmamalı diye düşünüyorsanız sergilenen çalışmaları daha iyi anlarsınız. Zira toplumsal gerçekliğin boyalarla anlatılmış hali karşınızda tüm çıplaklığıyla size bakıyor olacak.

Bakıp geçemezsiniz hiçbir esere…

Çünkü fırçadan damlayan boyaların renginden ziyade, tuvalde o renklerin birleşiminin anlattıkları sizi etkiliyor.

Her baktığınızda farklı bir ayrıntıyı keşfedip o ayrıntının peşinde sürüklenip gidiyorsunuz.

Bazen bomboş bir arazide hissedersiniz ya kendinizi, ya da yanınızdan geçip giden zamanı görmezden gelirsiniz.  İşte tam da bunu anlattığını gördüğünüz tablonun içindeki korkuluğun, aslında siz olduğunuzu hissedersiniz.

Yerinden yurdundan olmuş insanların çaresizliğini yüzlerinde hissedip, tek tutundukları umutlarıyla birlikte, onları akşamın kızıllığında bilinmezliğe uğurladınız mı hiç?

Yaşamı sadece geçip giden ömür gibi düşünüp, evlerin sıvası dökülmüş duvarlarına yazılan yazılardan umut bekleyen insanların, bükülen boyunlarını gördünüz mü hiç?

Çocuk seslerinin çınlattığı sokaklarda kışın biriken kar yığınlarının, evlerin içindeki yaşayanların ısınma telaşı ile bambaşka bir mesele olduğunu duyumsadınız mı hiç?

Uçsuz bucaksız ve olabildiğince bereketli topraklarda ot bile yetiştirilememesinin sebebini anlamaya çalıştınız mı hiç?

Bu tablolarda zorlanmıyorsunuz.

İsteseniz de istemeseniz de; çizilenlerin sadece resim olmadığını iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

Sanat emekçisi olmak böyle bir olgu sanırım.

Bitek toprakların sanat emekçisi; Mehmet Akkaya, namı diğer; Makkaya…

“Korkuluk Cumhuriyeti” adını verdiği resim serisi için tanıtım yazıları hazırladığını söyleyip, dostlarından duygularını yazmalarını istediğini ve benden de yazı beklediğini söylediğinde heyecanlanmıştım.

Resim çalışmalarını yaptığı atölyedeki ruh halini de bildiğim için, duygularımı kelimelere dökmek heyecanlandırmıştı aslında.

“Korkuluk Cumhuriyeti” tuvale yansıdıkça toplumun yaralarını içimizde hissetmeye başlamıştık.

O duygularla yazdığım satırlar bu yazıya yoldaş oldu bu kez:

Önümüzde sonsuz boşluk ve düş kurabilme telaşındayız... Belki de insan olabilme umudu kaplamıştır gökyüzüne saldığımız düşlerimizi.

Yalınayak yeryüzü önümüze serilmişken, tanrının paletindeki renkler, kollarını açmış korkuluğun gözünden yansıtıyor hırslarımızı.

Her daim ayakta karşılar omurgasız bakışları. Kimi zaman umut eker beklediği tarlalara, kimi zaman baharın bin bir renklerini düşürür uyanışa…

Aslında kargalar bile gülerken halimize, bir korkuluğa sarılıp gökyüzünü kucaklamalı…