RÖPORTAJ: ENDER ALDANMAZ

Her şehrin isimsiz kahramanları, Don Kişot’ları vardır.

Dünyaya hoş bir seda bırakarak gidenler, yerlerine yenilerini doldurarak gelirler.

Bir bayrak yarışı gibi sanki…

Birileri ise “Yel Değirmenleri” ile savaşır…

Bitmeyen bir “sınıfsal” savaş bu…

“Yel değirmenleri” ile çoğu zaman tek başına savaşırken tanıdı bu kent onu.

Bir basın açıklamasında ya da devletin bile unuttuğu bir köyün kahvesinde konuşurken bulursunuz çoğu kez.

Talana ve yağmaya karşı doğayı ve yeşili savunan ve “en haklı direniş”i bu kent topraklarında ilmek ilmek ören bir avukat.

Bu kez ise karşımıza bir roman ile karşımıza çıktı.

**

Avukat Akın Yakan, “Ayın Yüzü Suya Düştü”nün arka planını ve hazırlık sürecini okurlarına anlatıyor.

Yahudi, Hristiyan ve Müslüman bir tebaanın 17. YY.’nın Aydın’ında birbirleri ile olan bağlarını, imkânsız bir aşkı, adalet arayışını ve intikamı, dönemin sanatlarını, felsefeyi, tasavvufu ve polisiyeyi beraberinde harmanlayan Yakan, okuyucuyu sürükleyici bir maceranın içerisine sürüklüyor.

Ve aşksız bir polisiye düşünülemez tabii ki… İmkânsız bir aşkın içerisinde yanıp tutuşan Kâtip Niyazi’nin “tek başına” mücadelesi adeta bir aşk romanı tadında ele alınıyor.

Bazen kadı, bazen hâkim… Yüzyıllar geçmesine, rejimler değişmesine rağmen değişmeyen adaletsizlik… Yakan, adalet arayışının insanoğlunun var oldukça her daim var olacağını belirterek “adalet duygusunun zedelendiği durumlarda bu sefer toplum kendi adaletini sağlamaya çalışır” sözleri ile aktarıyor.

Yazar, çağlar ilerledikçe toplumların ilerlemesi gerekirken Aydın’ın kültürel olarak nasıl bir çöle dönüştürdüğünün de fotoğrafını çekiyor.

Ve Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi dışında doğru dürüst belgenin dahi bulunamadığı bir dönemi her babayiğidin harcı olmayacak bir şekilde film tadında okuyucuya sunuyor.

Ve sözü Akın Yakan’a bırakalım…

**

Yazmaya ilginiz ne zaman başladı?

Ben 2010’dan itibaren yazmaya başladım. 12 yıldır yazıyorum. 40’lı yaşlarımdan itibaren yazmaya başladım. İyi bir okur olmadıktan sonra, iyi bir yazar olunabileceğine inanmıyorum. Yazarlık belirli bir kıvama gelmedikten sonra dökülmüyor, taşmıyor. Yazmak ayrı bir eylem ve ifade şekli… 2010’dan sonra öykülerle başladım. İlk kitabımız “Zaten Herkes Tek Başına Değil mi?”yi çıkardık. Kitap 9 öyküden oluşuyor ve 3 hobimi bir araya topladık. Fotoğraf, edebiyat ve müzik olmak üzere… 9 öyküyü müzikleyip fotoğraflamıştım. 9 öykünün müziklerini yaptım. 7 devlet sanatçısı seslendirdi. Enstrümantal olarak da kaydedildi ve CD’sini kitabın içerisinde okuyucuya sunduk. 2014’te yayımlandı. Kitaba adını veren öykü Gezi sürecini anlatan bir öyküydü. Gezi ortamında 5 farklı insanın ağzından Gezi’yi anlatıyordu. 2015 yılında Bornova Belediyesi’nin düzenlediği Homeros Öykü Yarışması’nda yayınlanma hakkı kazanan 20 öyküden birisi oldu. 2010 öncesinde de meslek gereği ciddi bir yazı çalışmam var. 2015-2020 arasında Aydınpost’ta köşe yazarlığı yaptım ve makaleler yazdım. Ayın Yüzü Suya Düştü de 2013 sürecinden sonra başladı. Öykü dönemi ile hazırlıkları aynı dönemde başladı. 9 yılda bitirebildim. Son 3 yılda hızla sonuçlandı ve ciddi bir hazırlık süreci vardı bu kitabın.

Hiç yazamayacağım dediğiniz an oldu mu?

Herkes bir şeyler yazıyor, ancak önemli olan nitelikli bir ürün çıkarmak. Öykü süreci ile başlamam sorgulama noktasında ortaya çıktı. İlk eserin roman olmasından öte öykü ile başlamak istedim. Süreç içerisinde kendi kendine üretim ve yazım şekli de değişiyor insanın. İnsan değiştiği gibi ürettikleri de değişiyor süreç içerisinde… Ben öykülerden sonra romana başlamanın daha uygun olacağını düşünüyorum. Çünkü roman birçok öykünün kurgu içerisinde yer almasıdır. Kurgu yapmak gerçekten kolay değil. Ayın Yüzü Suya Düştü’de kitabın başındaki ilk olay kitabın son sayfasına kadar ancak aydınlanıyor.

Günlük hayatımın önemli bir kısmı okumakla geçiyor. Hem meslek gereği hem de edebi anlamda üretmek istediklerimle ilgili… Okuyup yazıyorsunuz. Gereksiz zaman öldürmeyi sevmem. Boş olan her zamanım benim çalışma masasının başında geçer. TV izlemem. Benim için müzik ve bir şeyler okuyup yazmak vardır. Yine önümüzdeki dönemle ilgili devam romanında çok ciddi bir hazırlık süreci devam ediyor. Onların hazırlıkları dahi başlı başına zaman alıyor.

Yakaladığınız doneleri tek tek not ediyor musunuz?

Ben bu romanı teksir kâğıdına kurşun kalemle yazdım. Ben öyle motive oluyorum. Hazırlık süreci de çok yoğun geçiyor. Ayın Yüzü Suya Düştü’de tek tek kahramanların, karakterlerin oluşması, kurgu, felsefi arka plan var. Mesela kitap ile ilgili çok yoğun bir teolojik yoğunluk var. Beni yazarken tedirgin eden de oydu. Hem İslam teolojisi hem Hristiyanlık ve Musevilik ile ilgili teolojik kavramlar tartışılıyor kitapta. Ciddi tartışmalar var. Riba –faiz- kavramı örneğin o kadar farklı ki Musevilik’te esnekken Hristiyanlık ve İslamiyet’te çok farklı. Bunun tartışılmasında öteye topluma yansıması nasıl olduğu konusu çok önemli. Dolayısıyla zorlu bir süreç... Yoktan bir dünya yaratıyorsunuz. Yoktan dünyayı şu olsun, bu olsun şunu şuraya yerleştireyim gibi değil. Duyguları, felsefesi, ideolojisi ile bir bütün olarak ele almak durumundasınız. O yönüyle zorlu bir çalışma. Yazmanın hazzı çok farklı. Okurken yazdığım kadar haz almıyorum. Yazmak muhteşem bir şey… Empati kurmayı seviyorum orada. Ve en önemlisi oradaki kahraman ile empati kurabilmek. İşin sırrı bana göre burada… Eğer yazar yazarken kahramanları hissedip onlarla empati kuramazsa iyi bir ürün ortaya çıkaramaz. Yazarın empati kurma eksikliği de ister istemez okura yansıyacaktır. Yazarken o empatiyi oturtamazsanız okur da romanın içerisine giremeyecektir. Empati kurma noktasında bir meyhane sahnesini yazıyorsam, Katip Niyazi’nin o aşkını, içki içerken ki duygularını yazarken rakı sofrası kurup içerek yazdım. Mesela beyaz duman çok özel bir yöntem... Mısır Ölüler kitabına kadar gider. Ben bunu aktarırken o tütsüleri buldum. Öd ağacını, sığla yağını, sığla ağacının kabuklarını evde tütsüledim. Şehrin üzerinde o tütsünün her ölümden sonra o kokunun yayıldığını düşünün. Acaba insanlar o kokuyu duyduğunda ne hissediyordu, nasıl bir kokuydu bu. Evi beraber paylaştığım kedim Bia tütsüyü yaktığımda çok etkilendi. Nereye kaçacağını bilemedi. Mesela, kitabın başında Sabuniye Helvası diye bir tatlı var. Osmanlı tatlısı. Ben o tarifi buldum ve kitabın o bölümünü yazarken o helvayı yaptırdım. Muhteşem bir tatlı... Ve ben sabuniye helvasının tasvirinin olduğu bölümleri onu tadarak yazdım. Burada empati çok çok önemli. Yazar ne kadar kahramanlarla bütünleşirse, okuyucu da bunu o oranda alıyor. Kitapta bunu ne kadar başardık bu okuyucunun takdirinde… Bu kitap bir şeyleri başarabildiyse bunun büyük önemi olduğunu düşünüyorum. Ben burada yaşıyorum ve yaşadığım yeri anlatıyorum. Burayı, bu sokakları soludum.

Tarih ile polisiyeyi birleştirmek zor mu?

Tarihi roman yazmak çok zor. Yazdığımız dönem 17. Yüzyılı Güzelhisar’ı. Güzelhisar ile ilgili tarihi ve 1680’li yıllara ait çok az kaynak var. Tarihi salnameler ve birkaç alıntı dışında doğru dürüst kaynak yok.  Mesela Şer’iyye sicilleri yok. Aydın’ın. En büyük handikap bu. Şer’iyye sicilleri o dönemin mahkeme kararları. Şer’iyye sicilleri ile o döneme ait sosyal dokuyu, ticari yaşamı, insan ilişkilerini öğreniyorsunuz. Örneğin Manisa’da bu siciller var ve korunmuş. Ama Aydın’da kayıp ve büyük eksiklik. Dönem romanı yazmak büyük sorumluluk. Bu kitabı yazdıktan sonra uzmanların fikrini aldık. Tarih ile ilgili olarak Prof. Dr. Tanju Demir, 17. YY. Güzelhisar’ı konusunda uzman. Tanju Hoca’nın aktarımı ile çok şey öğrendim. Mükerrem Kürüm hocamızın da ciddi faydaları oldu ve her şey tek tek bilgi süzgecinden geçti. Bizim bu kitaptaki en büyük dayanağımız Evliya Çelebi’nin o dönem Aydın’a gelmesi ve Seyahatname eserinde bunları not etmiş olması. Helvacılar Çarşısı’nda “beyaz ibrişimler içerisinde genç delikanlılar, ellerinde ibriklerle, peşkirlerle gelir ve tatlı yemden önce müşteriler ellerini sabunlar ve peşkirle-havlu- ellerini silerler. Mesela bu Evliya Çelebi’nin anlatımı. Büyük Han’ın tasvirleri, camiler, medreseler, kahveler, hamamlar ile ilgili anlatımlarından da faydalandım. Kent içi sosyal dokuya ait her şeyi Evliya Çelebi’nin eserinden edindim. İyi ki gelmiş, yazmış, anlatmış.

Kitabın teması adalet. Mesleki yaşamınızın da kitaba etkileri var. Şimdiki çağ ile düşündüğümüzde adalet çoğu zaman neden yok?

Maalesef bin yıl önce de böyleydi, bin yıl sonra da aynı sorunlar yaşanıyor. 17.YY’da kadıların adaletsizliği ile ilgili çok çok fazla örnek var. Çok dramatik örnekler var. Kitapta o yönüyle anlatılan olaylar ve söylemler abartılı değil. Hepsi adalet sisteminin tıkanması ile ilgili… Tabi burada bizim evrensel anlamda adalet kavramına ulaşamamak ile ilgili bir durum var. Gerçek anlamda objektif hukukun uygulanıp herkese hak ettiği cezanın, ödülün verilmediği bir düzenin yansıması bu... Dolayısıyla adalet duygusunun zedelendiği durumlarda bu sefer toplum kendi adaletini sağlamaya çalışır. 1200’lerde de 17. YY’da da çağımızda da böyle oldu.

Kitapta dönemin Güzelhisar’ında kültürel çeşitlilik oldukça yoğun. Şimdiki çağı düşünürsek bu kent ruhunu kaybetti mi?

Kitabın yazıldığı dönem olan 17. YY’ın Aydın’ı ile bugünkü sosyal, kültürel yapı çok çok değişmiş durumda… Tabi üzerinden 350 yıl geçtikten sonra bunun daha olumlu, daha nitelikli hale gelmesini bekliyor insan. Gerçeklik ise böyle değil. O dönemin çok daha zengin olduğunu düşünüyorum. Üç dinin olduğu bir şehirden bahsediyorum. Hristiyan, Müslüman, Musevi cemaatlerinin barış içerisinde yaşadığı, birbirine saygı ile baktığı, birbirilerinin iyi ve kötü günlerinde yan yana olabilen, cenazelerini birlikte kaldırabilen, birlikte oturup sohbet edebilen, komşuluk edebilen, yemeklerini paylaşabilen, yemek kültürünün, adetlerin, ananelerin iç içe yaşandığı bir atmosferden söz ediyoruz. İslami yönden bakıldığında kitap bir yönüyle İslamiyet’i anlatmıyor. Klasik İslamiyet’i anlattığı gibi tasavvuf düşüncesini de anlatıyor. Birçok tarikat ve tarikat yaşamı ifade ediliyor. Bu kadar zenginlik bugünkü Türkiye’de ve kent dokusu içerisinde maalesef yok. Ticari yaşam, kültürel yaşam çok zengin. Mesela o dönemki kahvehane, kıraathane kavramı çok farklı. Sosyal yapıların, sosyal kurumların kendisine özgü kahveleri var. Evliya Çelebi bunu o kadar güzel anlatmış ki. Bektaşi Kahvesi’ne gelenler ayrı. Halkın gittiği kahveler ayrı. O dönemki bürokratların, entelektüel kesimlerin gittiği kıraathaneler ayrı. Meyhane kültürü çok zengin. O dönem azınlıklarının işlettiği Tabakhane Deresi’nin kenarında şimdiki adliyenin olduğu yerde, yazın şehrin en serin yeri olduğunda çardaklar içerisinde meyhaneler kurulurmuş. Her yönüyle çok çok zengin bir kültürel, dinsel, sosyal doku var. Bu tabii ki çok çeşitliliği de beraberinde getiriyor. Ben bu dönemde o ruhun, yapının kaybolduğunu ve gittikçe de kültürel yapının sığlaştığını düşünüyorum. Kültür kendi kendine ortaya çıkan bir şey değil. Kültür karşıtlıklarla bir arada olduğu zaman çok daha üretken ve zengin oluyor.