Sokak taşlarının arasında kalır yosunlaşmış anılar…
Ve bu anıları çıkarıp zaman zaman hatırlarız, geçmişteki güzel günleri özleyerek…
İlkokul sıralarında öğrenme telaşındayken, kurduğumuz hayallerin temelinde büyümek olurdu hep…
Ben büyünce…” diye başlayan cümleler bitmek tükenmek bilmeyen hayallerin ortaya çıkmasını sağlardı.

Tek katlı, küçük yapılı, oluk kiremit çatılı, geniş pencereli, büyükçe bahçesi, bahçe duvarının kenarlarında sıra sıra akasya ağaçları olan okulumuzun hemen yanına yeni okul binası yapıldıktan sonra başladı, o bir daha geri gelmeyeceğini anladığım yıllara olan hasretim…

497…
İlkokul numaram.
Bir de 517 yi unutamadım…
Beraber oynadığım, aynı sırayı paylaşıp aynı düşleri kurduğum ama maalesef talihsiz bir trafik kazasında hayatını kaybeden Barış’ın hatırına…
Sonra Murat, Özlem, Yasemin, Emre, Çiğdem, Rıza, Meltem, Mehmet, Hanım, İlker, Hakan, Nilüfer, Dürdane, Serkan, Tülay, Metin, Arzu, Safiye, Durmuş, Sati, Uğur, Yıldız, Seyrani, Dursun, Elmas, Sevda, Özcan, Mustafa ve ismini hatırlayamadıklarım…

Kısa ders aralarına sığdırdığımız oyunları bir sonraki teneffüs nasıl kaldığı yerden devam ettirirdik aklım almıyor.
Okulumuzun hemen karşısında, ufak tefek ama bize göre dünyaları sığdıran bakkal vardı. Okuldan çıkar çıkmaz oraya koşar, dönüş yolundaki en keyifli ödülümüze kavuşurduk;
Leblebi tozu…
Nişastadan yapılmış küçük kabın içine doldurulan leblebi tozunu keyifle ağzımıza boşaltırdık. Ondan sonra konuş konuşabilirsen…
Bütün mutluluk işte bu kadardı.
Okul stresi denilen kavram, öğretmen ve okula saygıdan ibaretti. Rahmetli Muazzez öğretmenimize ve tüm öğretmenlere saygı duyardık.
Hiç birimiz el bebek gül bebek büyümedik fakat hep korunup kollandığımızı bilirdik. Ne bizim psikolojimizi bozan durumlardan haberdardık, ne de nasıl bozulacağını bilirdik.
Zaten bozulan psikolojimiz değil, akşam saatinde sonlandırılan oyunlarımızdı. Bozulan oyunları da ertesi gün tekrar kurardık. Aynı mahallelerde, aynı sokaklarda oyun oynayarak büyüdük…
Çok kıyafetimiz de olmadı ayakkabımız da… Bir çift ayakkabıyı yırtılana kadar giyerdik, keza kıyafetleri de... Zaten yırtılana yama yapılırdı ki o da ayıp değildi.
Haftada bir banyo yapardık ama hiç şimdiki kadar kirlenmezdik. Banyodan sonra temiz kıyafetlerimizi giyer, bir sonraki haftanın keyfini çıkarmaya bakardık. Ama bayramlıkların yeri başkaydı. Giymeye kıyamaz, başucumuza koyup yatardık. Bayram sabahı bambaşka olduğumuzu sanır, öyle çıkardık mahalleliyle bayramlaşmaya.
Elimizde şeker poşetleri kapı kapı dolaşır, komşularımızla ve mahalle büyükleriyle bayramlaşır, el öper ve hediyemizi alırdık. Mahallede herkes birbirini tanır, kimsin kimlerdensin bilirdi.
Para veren olunca daha çok sevinir, diğer arkadaşlara da o eve gitmesini tembihlerdik. Poşetteki şekerlerin bir kısmını yer, bir kısmını paylaşır, kalanı da sonra yemek üzere eve götürürdük.
Ama yine vazgeçilmezimiz, bakkaldan aldığımız leblebi tozu olurdu.

Garip bir şey bu leblebi tozu…

Kolay yutulmayan, ağzı kurutup konuşmayı bile engelleyen fakat yedikçe yemek isteyeceğin, garip bir şey…

Kolay mutluluk sebebi…

Çünkü küçük şeylerle mutlu olabilen, basit zamanlardan keyif alan, arkadaşlığın kılık kıyafetten önde geldiği, oyunların ekranlarda değil sokak aralarında oynandığı, herkes herkesin evine rahatlıkla gidip geldiği bir çocukluk yaşadık.

Leblebi tozu bile büyük mutluluktu…

Daha doğrusu mutluluğun kolay olduğu zamanlardı, şimdilerin yokluk diye adlandırdığı o dönemler…

Şimdilere bakıyoruz, bayram bile mutlu etmiyor insanları…

Tutunduğumuz ve mutlu olduğumuz yine;

Sokak taşlarının arasında kalan yosunlaşmış anılar…