İnternet denilen ve dünyayı buluşturan bilgi derleme sistemi sanıyorum, iki binli tarihleri kullanmaya başladığımız günlerde yaygın hale gelmişti.

O yıllar daha bilgisayarlarla her eve giremese de, internet kafe olarak adlandırılan yerlerde kullanımı olasıydı.

Hele günümüzde inanılmaz yaygınlıkta ve evlerimizde kitaplıklarımızın yerini aldı. Hatta kütüphanelerimizde özel bölümlerde hizmette…

Bir araştırma yapacağımızda aklımıza kitaplardan önce gelen tek kaynak şimdilerde internet.

Çocukluk yıllarımı düşündüğüm zaman bu işin ne kadar zor olduğunu anımsıyorum. Ansiklopedi olarak adlandırılan, derlenmiş birçok bilgiyi kalın ciltlerde saklayan kocaman kitaplar vardı.

İşin kötü tarafı o yıllarda her evde ansiklopedi de bulunmazdı ve hangi komşunun evinde varsa sıkıla sıkıla kapısı çalınırdı. Ya da kütüphanelere gidilirdi. Kısaca bilgi, beyaz camdan değil, kâğıt sayfalardan okunurdu.

Okumak özellikle 80’li yıllarda afilli bir işti.

Çevrenize kültürünüzün tanıtımını okuduğunuz kitaplarla ve onların sayısı ile yapardınız.

Evinde kitapların düzenli dizildiği kitaplıkları olan insanlara özenilir ve o şekilde saygıyla bakılırdı.

Çok fazla gazete olmamakla birlikte, gazetelerin okuyucu kazanmak için bayiler aracılığıyla abone yapmaları ile her gün yazılı bilgiye ulaşmak daha kolaydı.

Çocuk yıllarında çalıştığım eczanenin, abone olduğu gazeteyi her gün satır satır okumak bana büyük keyif verirdi.

En önemlisi o yıllar bir arkadaşınızın kutlaması varsa, hediye paketleriyle gururları gülümseyen kitaplar hediye edilirdi. Şimdi anlayabiliyorum ki o yıllar okumak, çağdaşlaşmak sürecinde en özel eylemdi.

Çocukluğumuzda Heidi kitabını okuduktan sonra kitabın kahramanları düş dünyamızda resimlenirdi. Her birimize ait bir Heidi, Peter ve Heidi’nin büyükbabası vardı.

Keyifle okuduğum sanatını ve ömür kadar emeğini okuduğum değerli yazarımız rahmetli Muzaffer İZGÜ’nün öykü ve romanlarının tüm kahramanları da bize aitti.

Yıllar sonra çocukluğumun en önemli yazarı Muzeffer İzgü ile tanışıp sohbet etmek benim için çok büyük heyecan ve gururdu. Sonraki dönemlerde ondan öğrendiklerim yazmaya niyet ettiğim dönemlerde yoldaşım oldu.

Sözünü ettiğim kitapları okumadan, çizgi filmlerden seyrederek büyüyen çocuklara hep üzüldüm. Çünkü kendilerine ait hiçbir öykü kahramanı yoktu. Hepsinin düşlerine kaydettikleri kahramanlar, tıpa tıp birbirlerinin düş dünyalarıyla aynıydı.

Dolayısıyla okuduğumuz öyküleri birbirimize anlatırken, öykülerle düş dünyamızda çizilen resimlerin arasında ve kendi duygu, estetik algı dünyamızda dolaşarak anlatırdık. Seyrettiğimiz bir çizgi filmin aklımızda kalan kısmını değil.

Şimdi anlıyorum ki okudukça kendi duygu ve estetik algı dünyamızı zenginleştirmişiz. Yani çağdaş yaşamın toplumsal kurallarından biri olan sanatın temellerini nakışlamışız, o küçük akıllarımıza.

Hızın, yaşamın dördüncü boyutu halini aldığı günümüzde, aslında tam da bu aşamada okumak eylemi ile savrulmuşluklarımıza, akıl karmaşası ile yaratılan körlüklerimize, algımızdan kaçan küçük ama ulusal değer yargılarımızın yok edilmesine karşı kendimizi ancak savunabiliriz.

Çünkü okumakla bireye özel bir algıyla toplumsal aidiyetleri kişiselleştirebiliriz.

Kısaca “Ben"i yaratmanın en önemli koşuludur okumak.

Her birey, “Ben” olduğunda dilimiz özüne ve içeriğine yerleşir.

Tüketim toplumunun saygısız, yardımlaşmayı unutmuş, akıl yerine bencil refleksleriyle hareket eden bireyleri silikleşir.

Bilinçaltımızın, görsel medyanın yardımı ile haberimiz olmadan yönlendirilmesine ancak “Ben” olarak direnebiliriz.

Okumak, okudukça yaşamak ve okuduğumuz öykü veya romanın kahramanlarını yaşatmak.

Öykü veya roman kahramanlarının kurgulanan akış içerisinde okumamızla hayata geçen yaşamları, duyguları, gizemleri aslında karakterimizde gizli iç gerilimlerimizi, arzularımızı, umutlarımızı, direniş özlemlerimizi tanımlar. Okumak, kendimizi keşfetmenin mutluluğudur da…

Günümüz ekonomik koşullarında en masrafsız ve kolay kültürel aktarım yolu görsel medya yani televizyonlardır.

Unutulmamalıdır ki, izlenme oranlarını artırıcı en önemli koşul, popüler kültür olarak tanımlanan çoğunluğun beğenisini kazanabilmektir.

Burada amaç, televizyon kanalları tarafından alınan reklâmların en fazla insana ulaşmasıdır.

Böylece ulusal anlamlı toplumsal kültürün gelişmesi ve kuşaklar arası aktarımı olumlu bir ivmeden yoksun kalmaktadır.

Bu değerlendirmeler dikkate alındığında, en sağlıklı kültürel aktarım, okumak ile gerçekleşir. Dolayısıyla okumak, gerçekten özgürlüktür.

Ulusal kültürümüzün ve dilimizin, küreselleşmenin olumsuz etkilerinden korunması için okumak ayrıca bir direniştir.

Bize, özgürleşen bilincimizle “Ben” olduğumuz, mutlu günleri kazandıracak nice okumalı günlere…