“Savaş sadece orduların çarpışması değil, insan ruhunun çatışmasıdır.”
Bu cümle, Tolstoy’un devasa yapıtı Savaş ve Barış’ın hem özetidir hem de davetiyesi.
19. yüzyıl Rusya’sının Napolyon istilası altındaki sarsıntılarını konu alsa da, eserin yankısı zaman ve mekân sınırlarını çoktan aşmıştır.
Savaş ve Barış, edebiyatın yalnızca estetik değil aynı zamanda felsefi bir alan olduğunu hatırlatır.
Tolstoy’un anlatımı klasik Rus edebiyatının ruhunu taşır: derin karakter çözümlemeleri, anlatıcı ile yazar arasındaki saydam diyalog, iç monologlar ve tarihsel olaylarla örülü dev bir sahne.
Romanın dilsel yapısı şiirsellikten çok realizmin diriliğinden beslenir. Epik hacmi, dramatik çatısı ve bireysel hikâyelerle bezenmiş roman akışı, destan ile romanın evliliği gibidir.
Prens Andrey, Nataşa Rostova ve Pierre Bezuhov gibi karakterler yalnızca birey değil, aynı zamanda ideolojik birer yüzey olarak da kurgulanmıştır.
1805-1812 yılları arasındaki Napolyon savaşları ekseninde dönen roman, yalnızca savaşın cephelerini değil, savaşın Rus halkı üzerindeki yankılarını da tarihsel bir titizlikle aktarır.
Tolstoy’un tarihçiliği burada devreye girer: Savaş ve Barış, tarihsel olguların romanlaştırılması değil, romanın tarih karşısındaki felsefi başkaldırısıdır.
Tolstoy, Napolyon’u bir deha olarak yüceltmektense onu tarihsel olaylar karşısında iradesiz bir figür gibi resmeder. Ona göre tarihi yapan büyük adamlar değil, halktır, kolektif bilinçtir.
Tolstoy’un siyasi pozisyonu net: birey merkezli tarihyazımına, kahraman kültüne ve savaş propagandasına karşı çıkar. Bu bağlamda Savaş ve Barış, monarşik ve aristokrat yapının çözülmesini hazırlayan bir eleştiriyi de içinde taşır.
Pierre Bezuhov’un yaşadığı dönüşüm, bireyin devrimci sorgulamasıdır. Romanda savaş karşıtı bir damar vardır; savaş, ne kahramanlıktır ne de kaderin yüce bir amacı.
Tolstoy için savaş, devletin ideolojik makinesiyle birey arasında sıkışan bir trajedidir.
Tolstoy’un tarihi determinist bir bakışla ele aldığı görülür. İnsanların iradelerinden çok, tarihin akışındaki zorunluluklara teslimiyetleri vurgulanır.
Bir tür tarihsel “kaos teorisi” uygular: küçük olaylar büyük sonuçlar doğurabilir; rastlantılar, savaşın kaderini belirleyebilir.
Aynı zamanda bu yapı, modern bilimdeki sistem teorilerine benzer şekilde işleyen bir “çoklu nedensellik” içerir.
Bir karar, bir komutanın değil, binlerce görünmez faktörün ürünüdür.
Karakterlerin psikolojik çözümlemeleri romanın en güçlü yanlarından biridir. Pierre’in içsel çatışmaları, Prens Andrey’nin anlam arayışı ve Nataşa’nın duygusal karmaşası, bireyin savaşla olan hesaplaşmasının içsel yankılarını verir.
Savaşın neden olduğu travmalar, yalnızca fiziki değil, ruhsal deformasyonlara da yol açar. Roman, insanın kendi içindeki savaşı da gözler önüne serer.
Psikanalitik açıdan okunduğunda, bilinçaltı, bastırılmış arzular ve ahlaki sorumluluk sürekli olarak su yüzüne çıkar.
Tolstoy, Rus aristokrasisinin çöküşünü dramatik bir tabloya dönüştürürken köylü sınıfını sessiz ama güçlü bir figür olarak öne çıkarır. Roman, sınıfsal yapının kırılganlığını gözler önüne serer. Balolar, mülkler, miras kavgaları kadar halkın yoksulluğu, işgal altındaki köylerin dramı da vardır sahnede.
Kadın karakterlerin dönüşümü ise erken bir feminizm tartışmasına kapı aralar. Nataşa, Sonya ve Marya gibi karakterler, yalnızca aşkın değil aynı zamanda özgürlük arayışının da taşıyıcılarıdır.
Savaş ve Barış, roman sanatının sınırlarını zorlayan bir yapıdadır. Dört cilt, 500’den fazla karakter, kronolojik olmayan geçişler ve felsefi pasajlarla bezeli anlatı, klasik roman formunun ötesine geçer.
Tolstoy, zamanın çizgisel yapısını kırar; savaş sahneleriyle aşk mektupları, stratejik analizlerle dans partileri aynı zeminde bir araya gelir.
Üslup açısından yer yer belgeselci, yer yer pastoral bir anlatım benimsenmiştir.
Romanın son bölümleri felsefi bir deneme niteliğindedir ve bu durum birçok okuyucuya “bitmek bilmeyen” bir final gibi gelir. Ancak bu, romanın biçimsel cesaretinin de göstergesidir.
Savaş ve Barış, yalnızca Rusya’nın değil, bütün insanlığın ortak yarasına yazılmış bir ağıttır.
Bu romanı okuyan biri yalnızca bir savaşın değil, insanlık tarihinin, psikolojisinin ve ahlakının evrimine de tanıklık eder.
Tolstoy, “tarihi yazanlar kim?” sorusunu sorarken, aslında “tarihi yaşayanlar kim?” sorusunun cevabını verir.
Bugün hâlâ savaşlar sürerken, Savaş ve Barış bir klasik olmaktan çok bir uyarıdır:
Savaş alanında değil, insanın içinde kazanılacak bir barışın özlemi…
“Savaşta insanlar ölür, barışta insanlık” diyor Tolstoy, kelimelerinin altına hepimizin adını yazdırarak.