Bahar çoktan sözlendi doğayla.

Bizim inadımız neden?

Soru sormaya erken başladım bu kez. Evden çıktığımdan beri kafamda çoğalan soruları kovmaya çalışıyorum.

Sabahları serin havanın etkisini sürdürdüğü günleri yaşıyoruz. Yüzüme vuran rüzgârı içime çekiyorum.

Ağaç altlarına kıvrılmış sokak hayvanları bedenlerini ısıtmak için güneş gören yerlere doğru hareketleniyor.

Zaman ilerledikçe gölgeler kısalıyor, düşünceler büyüyor yorgun şehirde.

Issız saçak altlarındaki gecenin artıklarını temizlemeye çalışan temizlik işçisi çıkıyor köşeden, selamlaşıyoruz…

Bisiklet veya yaya olarak şehir gezintilerinin herkes için keyif verici aktivite olduğunu düşünüyorum. Zira çevreyle etkileşim için bu iki seçenek her daim etkili olmuştur.

İki teker üzerinde ya da yaya çıktığım her yolculukta aynı keyfi yaşıyorum. Geniş yeşil alanlarda verdiğim molalar bunu daha güzel hale getiriyor.

Bu molalarda açık havayı fırsat bilip, sırtınızı dayayıp, kitap okumanın keyfini yaşadınız mı bilmiyorum. Eğer yaşamadınız ise denemenizi tavsiye ederim.

Doğanın iyileştirici gücüne inanırım. Buna bir de oturduğunuz toprağı hissederek, sırt çantanızdan çıkarıp okuduğunuz kitabın sayfalarında kaybolmayı eklediğinizde, yaşamın size sunduğu güzellikleri daha iyi anlamanızı sağlayacaktır.

Dost tavsiyesi, müşkülpesent de olsanız bunu seveceksiniz.

Şehirleri keyifli hale getiren o şehrin dinamikleridir elbette. Fakat her bireyin yaşadığı şehir üzerinde hakkı olduğu gibi yönetim sürecine katılması da gereklidir. Yerel yönetim seçimleri de bu yönden önemlidir.

Başkan adaylarının boy gösterdiği bu günlerde sık sık yapacaklarını söyledikleri bir takım fikirlere maruz kalıyoruz.

Projeler birbirini kovalıyor.

Hep bina, hep yapı, hep ruhsuzluk…

Çıkın sokağa, etrafta dolaşan kalabalığa can verecek bir şeyin eksiliğini göreceksiniz.

Duyumsuyorsunuz bunu ve hep aynı manzara sizi karşılıyor: hiç bitmeyen somurtkan yüzler…

Gürültü… Her yer gürültü kirliliği…

Sokaklar, caddeler gürültü içinde ve buna çözüm bulunamıyor. Her gün maruz kaldığımız bu amansız ses, hepimizin evlerimize yorgun dönmemize sebep oluyor.

Gürültüyü azaltamıyorsak neden güzel sesleri arttırmayalım?

Şehirlerimiz betona boğuluyor ve buna engel olamıyoruz. Boğulan şehirlerin üstüne çöken gürültüyü azaltamıyoruz madem, bize iyi gelecek sesleri arttıralım o vakit.

En eski yaşamlardan beri insanları iyileştirdiği bilinen müzik neden yok sokaklarımızda?

Bangır bangır çalınan saçma sapan seçim müziklerinden bahsetmiyorum. Ya da işyerlerinden yayılan insanın beynine tecavüz eden müziğimsi gürültüden de bahsetmiyorum.

İnsanların şehirlerde yaşamaya başladığından bu yana var olagelmiş sokak müzisyenlerinden bahsediyorum.

Sokak müzisyenleri yahu!

Hemen hemen her ülkede yaygın olarak bulunan sokak müzisyenleri batıda “Harper”, “Minstrel”, “Troubadour” gibi isimlerle anılıyormuş

Yaşamı güzelleştiren bu müzisyenler, doğuda da “Skomorokhi”, “Barot” gibi isimler almış.

Peki, bizim kültürümüzde yok mu?

Var elbette…

“Ozanlarımız” veya “Âşıklarımız” var yüzyıllardır.

Kimi zaman danışman, kimi zaman şifacı, kimi zaman elçi olup insanlara müzikle dokunmuşlar.

Köylerden kentlere; evlerden caddelere, müziklerini icra ederek ve karşılığında aldıkları para, yiyecek veya barınakla yaşamlarını idame ettirmişler.

Sözlü kültürü aktarmak için büyük rol oynayan müzisyenler neden bu kadar ötelenir oldu anlamak mümkün değil.

Günümüzde sokak müzisyenleri çoğunlukla gezgin değiller, fakat sokaklarda hala para karşılığında performanslarını sergileyen müzisyenler var.

Çok daha önemlisi bugün bile bu sanatçılar; zamanın âşık veya ozanları gibi, kültür aktarma, eleştirme, eğitme gibi amaçlara sahipler.

Ancak her sokağın veya caddenin müzik için uygun olmayacağı veya her müzik tarzının her yerde icra edilemeyeceği de bir gerçek.

Fakat çok daha önemli sorunlar yüzünden bu güzel seslerden mahrum kalıyoruz.

Sokak müzisyenleri neden dilenci muamelesi görür mesela?

Bunun yasal düzenlemesi olmasına rağmen neden şehirlerimizde yaygınlaşması için adım atılmaz?

Tamam, her önüne gelen müzik aletini alıp; sokaklara, caddelere çıkmasın.

Gerekli yasal düzenlemeler zaten yapılmış.

Bunu yönetmesi gereken belediyeler neden bu sorumluluktan kaçıyor?

Bazı şehirlerimizde, yetkinliğinin olduğu belirlenen kişilere gerekli izin belgeleri verilerek, sokak müziği yapılmasının önü açılıyor.

Yaşadığımız şehrin belediye başkanları neden bunu görmezden geliyor?

Ya da yönetmeye talip olanlar, projelerinde yeni binalar dikeceklerini beyan etmek yerine, yaşamı güzelleştirecek bunun gibi projeleri neden görmezden gelirler?

Neyse, yine çok soru sormaya başladım.

Sırt çantamın içinden kitabımı çıkarıp, cemrelerin ısıttığı doğaya döneyim.

Yaşamı kaçırmadan bir ucundan tutmalı…

Tutunduğum toprağı, aldığım nefesi ve sırtımı dayadığım yaşamı hissederek bir sayfayı daha çeviriyorum.

Rus yazar Yevgeni Zamyatin’in, “Biz” isimli distopik eserinde bir cümle karşılıyor ruhumu:

“Hani genel olarak her şey yolundadır, hissedersin ama gözünde bir kirpik vardır, kendini bir saniyecik olsun unutturmaz”

Sanırım benim gözümde de distopik gürültü var.

Güneş iyiden iyiye ısıtıyor bedenimi.

Bahar çoktan sözlendi doğayla.

Bizim inadımız neden?