Düşmeye hazırlanan Cemre’leri bekliyoruz, ömrümüzden geçen günleri hesaba katmadan.

Gün, yüzünü bahara döndü dönecek.

Gökyüzü daha mavi, toprak daha verimkâr şimdilerde…

Bizse müşkülpesent ruhlarımızı memnun etmekle meşgulüz.

Çocukluk zamanlarımın babamla geçen kısa dönemlerinde en mutlu olduğum anlar, dağ bayır demeden yürüdüğümüz zamanlardı.

At yaptığım büyük dal parçasının üstüne binip, hesapsızca koşturuyordum.

Arkamda bıraktığım izin hep orada kalacağını düşünürdüm. Zaman sonra tekrar buradan geçersem, yine o daldan atın izini göreceğimi umut ediyordum.

Umut ederek mutlu olmayı öğrenmiştim.

Koştururken terledim. Üzerimdeki, annemin ördüğü kazağı çıkartmak istedim.

Yün iplerden örülmüş kazağı çıkarmak için cebelleşirken; babam yanıma gelip çıkarmama yardım etti. 

“Sıcak oldu tabi, Cemre havaya düşünce böyle olur” dedi.

Çocuk aklımla havada Cemre aramıştım.

Şaşkın şaşkın gökyüzüne bakıyor; “Cemre nasıl oluyor da havaya düşüyor?” diye kendi kendime soruyordum.

Öyle ya, düşecekse yere düşer. Havaya nasıl düşsün?

Havaya çıkar bir kere, düşmez.

Cemre de nasıl biri böyle; çıkacağı yere düşüyor.

Acaba gökyüzünde yaşıyor da o yüzden mi havaya düşüyor?

Hadi düştü diyelim. O düştü diye hava niye sıcak olsun ki?

Kafam iyice karışmış, işin içinden çıkamamıştım. Yerdeki daldan atı aldım tekrar elime. Ama binesim gelmedi.

Şimdilerde çok çektiğim, çocukluktan kalma iç konuşmalarım yine başladı.

Daldan ata binsem yine sıcak olacak ve ben daha çok terleyeceğim. Hem sıcak olunca Cemre yine düşecek.

Cemre havaya düşerken ya benim kafama düşerse?

Ben gördüm Cemre’yi hiç öyle gökyüzünde yaşayan biri değildi.

Pazara gitmiştik annemle. Aldıklarımız elimizde, pazarda  dolaşırken, kadının biri;

Cemre buraya gel kızım, yanımdan uzaklaşma, alacaklarımızı alalım daha teyzene gideceğiz” demişti.   

Diyorum ya; gördüm ben Cemre’yi.

Kısa, dalgalı, kumral saçları vardı ama gökyüzüne çıkacak kanatları yoktu.

İri, kahverengi gözleri vardı ama onlar da havayı ısıtmazdı.

Daldan atımı tekrar yere bıraktım. Elimi belime koyup gökyüzüne baktım. Güneşten kamaşan gözlerimi kıstım. Elimi belimden indirip geriye doğru esnedim ama yine de havaya düşen Cemre’yi göremedim.

Babam benim garip hallerimi görünce anladı şaşkınlığımın sebebini.

“Hayırdır oğlum, havaya düşen Cemre’yi mi arıyorsun?” dedi gülerek.

“Sen dedin baba! Cemre havaya düştü, hava ondan ısındı dedin ya…”

Anlattı sonra işin aslını.

Cemre’ nin aslında mitolojik bir varlık olan, İmre olduğunu o zaman öğrendim.

Eski bir kitap çıkardı eve döndüğümüzde, İmre’ nin hikâyesini okudu.

O gün İmre dünyayı ısıtırken, kitaplar da benim iç dünyamı ısıtmaya başladı.

Baharı müjdelemek için önce ışıklar saçarak göğe yükselirmiş İmre. Sonra toprağa düşerek ısıtır, üstündeki kar ve buzları eritirmiş. Eriyen kar ve buzlar yavaş yavaş akarak sulara karışır, böylelikle son olarak suyu ısıtırmış.

Binlerce yıldır anlatılan bu mitolojik hikâyelerin dilden dile günümüze kadar gelmesi beni her zaman etkilemiştir.

Kadim insanımızın yaşantısında, Anadolu’ nun her yerinde bunun gibi binlerce hikâye var ve bu kültürler yaşamaya devam ediyor.

Arada biraz fark var tabi.

Şimdilerde müşkülpesentlik var mesela…

Binlerce yıllık İmre’ lere bile sirayet etti sayemizde.

Düşsem mi, düşmesem mi? Gelsem mi, gelmesem mi diyen İmre’ lerin yolunu gözlüyoruz.

Her şey zamanını bekler şüphesiz.

İnsanız ya; soğuk olsa sıcağı, sıcak olsa soğuğu özlüyoruz.

Zaman İmre zamanı, müşkülpesentlik yapma zamanı değil.

Gökten üç İmre düşecek tez zamanda ve biz yine;

Düşmeye hazırlanan İmre’leri bekliyoruz, ömrümüzden geçen günleri hesaba katmadan.