Karanlığın yorganıyla örtündüğüm ve zamanı sorguladığım saatler; gecenin yarısından sabaha dek kitap okuyarak geçirmek keyif veriyor.

Devamında iki satır da karalamışsam değmeyin benim keyfime

Bu yazıyı da tam da böyle bir zamanda yazıyorum…

Elimde kalem, beyaz kâğıdın döşeğine yarım kolumla uzandım ve sözcüklerle düşsel hazzın içindeyim. Müzik hafif bir sesle bana eşlik ediyor.

Yazıya nereden başlayacağım hakkında en ufak bir fikrim yok.

O an, rastgele çalan müzik listesinden gelen sese dikkat kesiliyorum.

“Goran Bregoviç” diyor ilkin gelen tını ve yüreğimin çırpınışlarını başlatıyor. “Barcelona Gipsy Klezmer Orkestrası” nın güzel solistinin sesi doluyor odaya. “Eder Lezi” dediğinde ise gece daha bir güzel oluyor, o saniyeden sonra…

Biraz daha açsam sesini, geceye ayıp etmiş olur muyum?

“Sa o Roma, babo, babo

Sa o Roma, o daje

Sa o Roma, babo, babo

Ej! Ederlezi, Ederlezi”

Özlemek oluyor birden gökyüzü, beni alıp yaşanmamış gençliğime götürüyor.

“Nerelisiniz?” sorusuna verdiğim cevap aslında, ait hissettiğim, doğup büyüdüğüm, çocukluğumun geçtiği şehir olabilirdi. Ara sıra gidişlerimde, kısa süreli kalışlarımda, mecburi adresler arasında koştururken; anılarıma ait yapılar, yollar ve kokular bile benim o şehirle duygusal bir bağ haricinde bir bağımın kalmadığını gösteriyor.

Evimizin önündeki çay o zamanlar yemyeşil akardı. Bense bu akıntıyla koşardım. Çayın kenarında koşarken bir rüzgârdım, bir bahar rüzgârı...

Eserken yabani böğürtlenlere, kengerlere  dokunur; dikenlerine, kanayan ellerime aldırmaksızın beslerdim kendimi. Arada toza bulanmış ayaklarımı, uzak yolculuğunu tamamlayan, bereketli toprakların biriktiği su kenarına değdirip, ayağımın altındaki tuhaf hışırtısıyla oynaşırdım. Ayak parmaklarımı daldırıp kaşık misali sudan aldığım toprağa bakar, parlayan kum taneciklerinin ayak parmaklarımdan yine çaya geri dönüşünü izlerdim. 

Yerde gördüğüm otun kokusunu almaya çalışarak ve çoğu zaman ota, çöpe dokunarak yürürdüm. Yaramaz çocukların vitrinlere dokunduğu gibi ağaçların gövdelerine, yapraklarına dokunarak…

Zaman, o çay gibi durmadı hızla akıp gitti. Çocukluğumun bir ucundan, gençliğimin bir ucuna...

Daha sonraları hayatımda çok su sesleri duydum, çok dereler çaylar, çaylara gölge vermiş söğüt ağaçları gördüm.

Çayların, derelerin kenarında koşarken ben bir rüzgârdım, söğüt ağaçlarının hışırtısı en güzel ezgiydi kulaklarımda işittiğim. Sonraki yaşamımda ne kentlere, ne apartmanlara sığamadım hiç...

İçimdeki çocuk hiç büyümedi.  Söğüt ağaçlarının o eşsiz hışırtısı kulaklarımda hep kaldı. Hatta söğüt dalından yaptığım düdükten çıkan sesleri aradım ama bulamadım.

Şarkı bitti…

Odamın penceresi açık…

Dışardan gelen sesler değişiyor. Daha doğrusu sessizlik bitiyor. Homurdanan araç sesleri günün rengini değiştiriyor.

Bahar zamanı… Gün yükselmiş… Yaşam yenileniyor…

İnsanoğlu kutlama yapmak için bir sebep bulur öteden beri. Bahar gelince neden kutlama yapmasın?

Helva yaptım bende, un helvası…

Malzemesi az, yapımı kolay ve hızlı ama sabır gerektiriyor.

Çocukluğumdan kalma alışkanlık. Düşlerimizi güzele yorduğumuz vakitler un helvası yapardık.

Her yörenin hatta her evin bir helva pişirme şekli vardır.

Ama nasıl pişerse pişsin, kim pişirirse pişirsin, nerede pişerse pişsin ismi hep helvadır.

Helvanın hemen hemen tüm dünya kültürlerinde yeri var. Bu lezzete sahip çıkan birçok ülkede bile ismi hemen hemen aynı;  halava, halawa,  hilva-halawi, helva…

İlk ne zaman nerede yapıldığını bilen yok.  Geçmişinin MÖ 3000'li yıllara kadar uzandığını söyleyenler de var.

Yapılan araştırmalar, farklı görüşlerin ortaya çıkmasına vesile olmuş. Fakat çoğunda; helvanın yolculuğunun, insanlık gibi Mezopotamya’dan başlamış olabileceğini gösteriyor.

Orta Asya'nın en iç kesimlerinden Akdeniz kıyılarına, Güney Asya'dan Avrupa'nın içlerine, Kuzey Afrika'dan Baklanlara, Rusya’nın en kuzeyinden Amerika’nın uçsuz bucaksız topraklarına helvanın lezzeti sinmiş.

İlginçtir, her toplum helvaya kendinden bir şeyler eklemiş. Kardığı helvayı bölgesinde bulunan malzemelerle zenginleştirmiş. Tadı, rengi, kokusu, şekeri, yoğunluğu kültürden kültüre değişmiş.

Karanlığın yorganıyla örtündüğüm ve zamanı sorguladığım saatler; gecenin yarısından sabaha dek kitap okuyarak geçirmek keyif veriyor.

Devamında iki satır da karalamışsam değmeyin benim keyfime.

Bu kez kelimeler değil evin içine dolan helva kokusu bütün hücrelerimi ele geçiriyor.

Helva yapın siz de, düşlerinizi güzele yorma niyetiyle…