Şubat sonu, hava iyiden iyiye ısındı şimdilerde.

Isınan havayı, toprağı, suyu fırsat bilen doğa, boş durmuyor haliyle…

İki incir dalı geçti elime. Boyları iki karış, yeni kesildikleri incir ağacının izlerini taşıyorlar.

İki fidan, sonra da iki ağaç neden olmasınlar öyleyse?

Öyle yaptım.

O iki incir dalını, toprakla buluşturdum, diplerine de can sularını verdim.

Gerisi doğanın işi…

İki fidan olup, incir ağacına dönecekler elbette, can suyu hürmetine.

“Meyvesini yemek nasip olsun bize" diye seslendi iç sesim, duyulduysa ne mutlu…

İki dal parçasını toprakla yoğurup, can parçasına döndürmenin keyfiyle, günü tamamlamanın arifesinde, güneşin batışına karşı oturup, incire dair mırıldandım kendimce…

Çiçek açmadan meyve veren bu ağacın içine yerleşen arının yumurtaları, incirin tohumları içinde büyüyen yumrulara dönüşüyor.

Birkaç hafta içinde gelişimlerini tamamlayan yumurtalardan çıkan yeni arılar, incir tohumlarının içinde doğuyorlar.

İncir bu böcekler sayesinde çiçek açmadan, gövdesinden meyve veriyor.

Ve döngü böylece devam ediyor.

Peki, neden incir çekirdeğini doldurmaz konuşmalarımız?

Küçük olması ise nedeni, bir incirde çokça var o çekirdeklerden…

Küçük diye önemsemediğimiz çekirdek, can taşıyıp, başka canlara yuva oluyor netice de…

İncir çekirdeğini doldurmadığını düşündüğümüz konuşmalarımız da başka meseleleri doğurmaz mı?

Dedim ya mırıldanıyorum işte.

“Hava güzel nasılsa, güneş inmeden yürümeli” deyip sokak aralarına attım kendimi.

Birbirinin yüzüne bakmadan yürüyen insanların arasından geçtim. Sağa sola sıralanıp, yine aynı kalabalığı seyreden sokak köpekleriyle oynadım.

Kaldırım taşlarının güneye bakan kısımları yosun tutmuş.

Sokak aralarına sıkıştırılmış parklarda oynayan çocukların sesini, trafikte ilerlemeye çalışan ambulansın çığlığı bastırıyor.

Arabalar birbirinin üstüne çıkacak neredeyse.

Güya yürümek için yapılan kaldırımın tam ortasına dikilen ağaçların gövdesi boğulacak gibi sıkışmış, betondan taşların arasında.

Sağlı sollu dükkânların camları, içeride satılan ürünlerin eşleriyle süslenmiş. Hepsi de en iyi ürünün kendisinde olduğunu iddia ediyor.

Kitapçıya kadar sokağın hali böyle...

Sıla Kitabevi…

Dışarıdaki sepete rastgele atılmış kitap yığını var. Bu yığın halindeki kitaplardan ziyade, içeride raflarda dizili olanlara daha özenli davranılmış sanki.

Farkı vardır elbet…

İçeridekiler ve dışarıda kalanlar…

Dışardakiler neden dışarıda kaldı? Yoksa bırakıldılar mı? Daha mı değersizler içerdekilerden, ya da daha mı ucuz?

İç sesimi susturup içerideki kitapların arasında dolaşıyorum bir müddet.

Yılların kitapçı kardeşleri Hüseyin ve Kazım Oğuz, bu şehirde ortak paydası kitap olanların buluşma noktası gibiler.

Bildikleri baba mesleğini keyifle sürdürüyorlar. Babaları rahmetli Zeki Oğuz’un Akdeniz Yörükleriyle ilgili kitapları ve fotoğrafları eşsiz hazine gibi…

Zeki amcanın kitaplarının kitaplığımda olmasını önemsiyorum.

Rafları karıştırmaya niyet etmişken Burak Özdemir’le karşılaşıyoruz.

Yıllardır tanırız birbirimizi. Avukatlık mesleğini severek yaptığını biliyorum. Siyasi düşüncesini biliyorum. Baro çalışmalarını takip ediyorum. Yazdıklarını keyifle okuyorum.

Malum önümüzde seçimler var. Sözlerimiz seçimlere bulanıyor. Neyse ki kısa değerlendirmeden sonra konu değişiyor.

Konuşuyoruz…

Konuştukça aslında birbirimizi bunca yıldır hiç tanımadığımızı fark ediyoruz.

Daha önce konuşmadık mı?

Yo hayır! Çok defa konuştuk ama şimdiye kadar birbirimizi hiç dinlememişiz.

Dinlene dinlene, dinleye dinleye konuştuk.

Susmaya hazırlanırken, çay geldi ince belli bardakta.

Sıla Kitabevi’nin gülen yüzü Hüseyin, biz kitapların arasında konuşurken çaya ihtiyacımızın olduğunu fark etmiş.

Çay tabağını, yanına iliştirilmiş iki kesme şekeri bir de çay kaşığını tepsiye koyup, parmaklarımla kavradığım ince belli bardaktan çayımı yudumluyorum.

Sunay Akın’ın şiiri düşüyor usuma;

Çay bardağında
bırakılan dudak payı
kadar bile
uzak kalamam
gözlerine…

Yakın olsun isterim,
ellerime ellerin.
Yanındaki beton binaya
yaslanması gibi
köhne bir evin…

Seni bir çivi
gibi çaktım
çünkü beynime.
Ve toplayıp
bütün kerpetenleri
attım denize…

Hava karardı, gün akşama evrildi…

Bunca yıldır aynı şehirde yaşayıp, birbirini tanıdığını zanneden iki insan, akşama dönen günün evrilmesi gibi yeniden tanışmaya evrildik.

Dinleyerek bildik birbirimizi.

Başta anlattığım iki incir dalı gibiydik.

Neticede;

İki dal, iki can parçası oldu birbirini dinleyerek.

Ertesi gün;

İki dal parçasını toprakla yoğurup, can parçasına döndürmenin keyfiyle, günü tamamlamanın arifesinde, güneşin batışına karşı oturup incire dair mırıldandım kendimce…