Bazı eserler vardır ki ne yalnızca bir dönemi anlatır ne de yalnızca bir türün sınırları içine hapsolur.

Samuel Beckett’in kaleminden çıkan “Godot’ yu Beklerken” tam da bu türden bir yapıt.

Modern tiyatronun yapıtaşlarından biri olarak kabul edilen bu oyun, sadece absürd tiyatronun değil, insan varoluşunun da aynasıdır.

Bu yazıda Beckett’in bu çığır açan eserine edebi, sosyal, tarihi, siyasi, bilimsel, psikolojik ve teknik açılardan bir pencere açmak istiyorum.

“Godot’ yu Beklerken”, klasik dramatik yapının dışına çıkıyor. Bir giriş, gelişme, sonuç yapısı yok. Karakterler –Vladimir ve Estragon– herhangi bir olay örgüsüne dâhil olmadan, bir ağacın altında, "Godot" adını verdikleri gizemli kişiyi beklerler. Ama “Godot” gelmez. Bu bekleyiş, edebiyatta nadiren böylesine yalın ve sarsıcı bir şekilde işlenmiştir.

Beckett’in dil kullanımı ise son derece minimalisttir; cümleler kısa, tekrarlar bol, diyaloglar çoğu zaman saçma ve döngüseldir. İşte bu yüzden absürd tiyatro olarak adlandırılıyor. Çünkü burada olayların mantıklı bir açıklaması yoktur, tıpkı hayat gibi.

Karakterler, kim olduklarını, nereye gittiklerini, neden beklediklerini hatırlayamazlar. Zihinlerinde bir bulanıklık, zaman algılarında bir kayma vardır. Bu durum, bireyin modern çağdaki parçalanmış kimliğine ve hafıza sorunlarına işaret ediyor.

Vladimir ve Estragon’un birbirine duyduğu ihtiyaç ise insanın yalnızlıkla baş edememe halini, varlıkla hiçlik arasındaki çatışmayı yansıtır.

Sartre’ın "Varlık ve Hiçlik" düşüncesine paralel biçimde, Beckett’in karakterleri yaşamı sürdürebilmek için bir "anlam" üretme çabası içindedir. Ancak her seferinde bu anlam yıkılır, çünkü “Godot” gelmez. Gelmeyecektir de…

Beckett bu oyunu 2. Dünya Savaşı sonrası kaleme almış. Avrupa, yıkılmış şehirler, ölen milyonlar ve kaybolan inançlarla baş etmeye çalışıyordur. Tiyatro ise klasik anlamını yitirmiş, yeni arayışlara girmiştir.

İnsanlar bir Tanrı’nın, bir kurtarıcının gelip düzeni tekrar kurmasını bekliyordur. “Godot”, bu kurtarıcının boşluğudur. Aynı zamanda toplumun, otoriteye duyduğu kör bağlılıkla birlikte nasıl edilgenleştiğini de gösterir.

Bir ağacın altında bekleyen karakterler, herhangi bir halkın, herhangi bir ülkenin yitirdiği umudu ve eylemsizliğini temsil eder.

Pozzo ve Lucky karakterleri, güç ilişkilerinin dramatik bir karikatürüdür. Pozzo, buyurgan ve despot bir efendidir; Lucky ise konuşma ve düşünme hakkı elinden alınmış bir köledir.

Aralarındaki ilişkinin zamanla nasıl çözüldüğü, iktidarın doğasına ve geçiciliğine dair sert bir yorumdur.

Beckett, doğrudan politik bir söylem üretmiyor; ama baskıcı sistemlerin birey üzerindeki etkisini derinlemesine işliyor. Bu yönüyle oyun, her türlü totaliter rejime, sınıf ayrımına ve bireyin özgürlüğünü yitirmesine karşı bir alegori olarak okunabilir.

Zaman algısı “Godot’yu Beklerkende tamamen çarpıtılmış. Dün ile bugün, sabah ile akşam birbirine karışıyor.

Modern fiziğin zamanın izafiliğiyle ilgili yorumları (örneğin Einstein'ın görelilik kuramı), burada felsefi bir biçimde sahneye taşınıyor.

Oyunun mekânsal sınırları da belirsizdir: Bir ağaç ve boş bir yol dışında neredeyiz, bilinmiyor. Tıpkı kuantum fiziğinde olduğu gibi, kesinlik yoktur; yalnızca olasılıklar, belirsizlikler ve tekrarlar vardır.

Beckett’in sahne talimatları son derece katı. Diyaloglar kadar suskunluklar da önemli, hatta oyun boyunca bazı sahneler yalnızca sessizlik ve hareketle ilerliyor. Bu durum tiyatronun klasik anlatı biçimlerine karşı bir başkaldırıdır.

Ayrıca tiyatroda boşluğun – hem fiziksel hem anlamsal – nasıl anlatı unsuru olabileceğini kanıtlamıştır.

Oyunun tekrarlar, duraksamalar ve anlamsızlık üzerine kurulması ise sahnelemede oyunculara ve yönetmenlere büyük sorumluluk yüklüyor.

Godot kimdir?

Bu sorunun net bir cevabı yok. Belki Tanrı’dır, belki devrimdir, belki de hiçbir şeydir. Ancak kesin olan bir şey varsa, o da Godot’ nun gelmeyeceğidir.

Ve bizler hâlâ, her gün bir ağacın altında, onu beklemeye devam ediyoruz.

Beckett’ in bu eşsiz eseri bize bir kez daha gösteriyor ki, insan, belki de en çok beklerken insandır.