Ursula K. Le Guin’in“Mülksüzler” adlı eseri, bilimkurgu romanı olmasının yanında aynı zamanda edebiyatın iki temel düşünsel damarı olan ütopya ve distopyagelenekleri arasında köprü kuran bir metin.
Bu roman, ideal toplum arayışının tek yönlü olmadığını, özgürlüğün ve eşitliğin kolayca bozulabilecek değerler olduğunu göstererek okurunu duvarların hem içinden hem de dışından bakmaya davet ediyor.
Ütopya kavramı, 1516 yılında Thomas More’un“Utopia” adlı eseriyle edebiyata girmiştir. "U-topos" kelimesi hem "hiçbir yer" hem de "iyi yer" anlamına gelir; bu da ütopyanın çelişkili doğasına işaret eder.
Ütopyalar genellikle var olan toplumsal düzeni eleştirir, buna alternatif olarak barışçıl, adil ve rasyonel bir toplum modeli önerir.
Zamanla bu edebi tür, felsefi bir tartışma alanı olmakla kalmamış; sosyalist, anarşist ve hatta ekolojik düşünce biçimlerinin de kendine yer bulduğu bir mecra haline gelmiştir.
Edward Bellamy’nin“Geriye Bakış”ı (1888), William Morris’in “Hiçbiryer Haberleri” (1890) gibi eserler ütopyacı düşüncenin 19. yüzyıldaki yankılarıyken; Le Guin’in“Mülksüzler” i bu geleneğin modern bir yorumudur. Le Guin, ideal toplumun sadece sistemsel değil, aynı zamanda etik ve ruhsal bir mesele olduğunu gösteriyor.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde, ütopya düşüncesine karşı bir tepki olarak distopya edebiyatı yükselir. YevgeniZamyatin’in“Biz”i, George Orwell’ın1984’ü ve AldousHuxley’nin“Cesur Yeni Dünya”sı bu türün mihenk taşlarıdır.
Distopyalar, genellikle otoriter rejimlerin, teknoloji bağımlılığının ya da bireysel özgürlüklerin kaybolduğu toplumları konu alır. Modern toplumun görece refahı, distopyacı yazarlar için bir tehlike sinyali haline gelmiştir: Konforun, gözetimin ve manipülasyonun toplumları nasıl bastırabileceği gösterilir.
Distopya, ütopyanın karanlık yüzüdür. İkisi de var olanı eleştirir, ancak biri umutla, diğeri uyarıyla yaklaşır.
“Mülksüzler” ise bu ikisinin arasında durur: Ne tam bir ütopyadır, ne de mutlak bir distopya.
Le Guin, hayali gezegenleri Anarres ve Urras üzerinden bu iki türü aynı evrende yan yana getiriyor.
Le Guin’in yarattığı Anarres gezegeni, mülkiyetin olmadığı, eşitlikçi ve kolektivist bir toplumdur. Ancak zamanla bu yapı da kendi ideolojik baskılarını yaratmıştır. Kollektifin mutlak değer haline gelmesi, bireysel düşünceyi bastıran bir tür kültürel sansüre dönüşmüştür. Shevek’in yeni fizik kuramını paylaşmak istemesi, sistemin görünmeyen ama etkili direnişiyle karşılaşır. Bu noktada Anarres, ütopyanın içine sızmış bir distopyadır.
Urras ise tam tersi biçimde, estetik ve teknolojik zenginliğiyle baştan çıkarıcı bir uygarlık görünümündedir. Ancak bu zenginliğin ardında yoğun sınıf ayrımı, cinsiyetçilik ve sömürgecilik yatmaktadır. Urras, konforun maskesiyle örtülmüş bir distopyadır.
Le Guin’in başarısı, bu karşıtlıklarısiyah-beyaz değil, grinin tonlarıyla yansıtabilmesindedir.
Le Guin, romanın yapısını da mesajıyla uyumlu şekilde inşa ediyor. Zaman, doğrusal olmayan bir biçimde ele alınıyor. Geçmiş ve şimdi, kişisel ve toplumsal olan iç içe geçiyor. Shevek’in geliştirdiği zaman kuramı, yalnızca bir bilimsel teori değil; aynı zamanda edebiyatın yapısına da sirayet eden felsefi bir motiftir. Bu teknik yaklaşım, romanın düşünsel derinliğini arttırıyor ve okuru sadece olaylara değil, fikirlerin evrimine de tanıklık etmeye zorluyor.
“Mülksüzler”, ütopya ve distopya edebiyatını bir arada düşünmenin mümkün olduğunu gösteren nadir eserlerden biridir. Le Guin, özgürlükçü bir toplum hayalini savunurken, bunun ne kadar kırılgan ve çelişkilerle dolu bir süreç olduğunu da samimiyetle kabul ediyor. Bu nedenle roman, sadece“ne tür bir toplum istiyoruz?” sorusuna değil, “nasıl bir değişim sürecine hazırız?” sorusuna da yanıt arıyor.
Bugün, iklim krizinden dijital gözetim toplumlarına, küresel eşitsizliklerden bireysel yalnızlığa kadar birçok meseleyle yüzleşirken, “Mülksüzler”hâlâ bize ayna tutuyor.
Le Guin’in kurduğu dünyalar, bize yalnızca alternatif sistemleri değil, kendimizi de sorgulama fırsatı sunuyor.
Le Guin’in alt başlığı "Bir Ütopya" değil, "Bir Bilimkurgu Romanı"dır; çünkü o, ütopyaların dogmatikleşebileceğini biliyor.
Ursula K. Le Guin yazar olmasının yanında aynı zamanda derin bir düşünür, bir kültür eleştirmeni ve alternatif dünyalar kurarken bu dünyaya da cesurca bakan bir filozoftur. Taoizm, anarşizm, feminizm veekolojik bilinç, onun edebiyatının temel düşünsel damarlarını oluşturur.
Özellikle Mülksüzler’deki anarşist yapı, doğrudan Peter Kropotkin ve EmmaGoldman gibi figürlerden izler taşıyor.
Le Guin’in anarşizmi, devletsizliğin ötesinde bir etik duruştur: gönüllülük, şiddetsizlik, karşılıklı yardımlaşma ve bireyin toplumla özgürce bütünleşmesi arayışı.
Aynı zamanda bu yapıların bile zamanla dogmalaşabileceğini, bireyi bastırabileceğini göstererek anarşizmin eleştirel bir okumasını da sunuyor.
Kadınların bastırıldığı, cinsiyet rollerinin katı olduğu toplumlarda geçen hikâyelerinde Le Guin, doğrudan feminist sloganlarla değil, alternatif sosyal düzenler kurarak sesini yükseltiyor.
“Mülksüzler” deki eşitlikçi cinsiyet rolleri, bunun en iyi örneklerinden biridir.
Le Guin’in dünyası; sessizlerin ses bulduğu, kenardakilerin merkeze taşındığı bir dünya arayışıdır.
Onun tüm külliyatı, sadece başka bir gezegeni değil, başka bir vicdanı tahayyül etme cesaretidir.
“Mülksüzler”, ütopyanın bir hedef değil, bir süreç; distopyanın ise sadece başkalarına değil, bize de ait olabileceğini anlatır.
En derin soruyu ise Shevek’in ağzından soruyor: "Gerçekten özgür müyüz?"