Taş sokakların izi var dizlerimizdeki bitmeyen çocuk yaralarımızda...

Ve bu yaralar zaman zaman tekrar kanamaya başlıyor. Ama değişmeyen bir gerçek var; çocuk yaşlarda biriktirdiklerimiz büyüdükçe önümüzü aydınlatıyor.

Bir ülkede çocukların geleceğine önem veriliyorsa, o ülkenin ulusal egemenliği hep elinde olur. Çocuğun geleceğine önem veren ülkeler, bilgi ve bilim yolunda yürürler.

Bir ülkenin gelecekte aydınlık olabilmesi için çocuklarına iki kanat takması gerekir. Kanatlardan biri bilim, diğeri sanattır. Bu kanatları kullanan toplumlar uçar ve özgür olurlar…”

Yukarıda okuduğunuz cümleler Sunay Akın’ın çocuklara dair düşüncelerini anlattığı cümlelerden sadece birkaç tanesi… Önce ailelerin sonra da toplumun çocuğa bakış açısının ne olması gerektiği hakkında, sanırım bundan daha iyi açıklama olamazdı.

Fotoğraf linki için tıklayın....
Bir çocuk konuk olacak satırlarımıza... Ailesinin istediklerinden ziyade onun ne yapmak istediğinin sorulduğu bir çocuk…
Rüştiye’de başöğretmen olan babasının görev yeri Bodrum’da 1879 yılında doğar. Bölgenin insancıl yapısı, Ege Denizi’nin eşsiz havası ve yeşile kesmiş doğasıyla yaşamak için her şeyi sunan Bodrum, onun hayatla tanıştığı yerdir.

Sosyal yaşantısında şairlerin ve şiirlerin bolluğu ile kır kahvelerinde geçirdiği zamanlar daha o dönemlerde kulaklarının edebiyatla dolmasını sağlamıştır. Henüz anlayabilecek yaşta olmasa bile dinlemek ona büyük zevk verir. Yaz sıcaklarının iyiden iyiye kendini belli ettiği, nemli havanın gündüzleri bunalttığı günlerden bir akşamüstü, babasıyla gittiği bir kır kahvesinde oturur, etraftakileri izler. Her kesimden insan deniz üstünden yavaş yavaş yükselen ayın ışığında, bu gece gelecek gönül dostlarını bekler. İçeriye giren iki kişi bütün bakışları üzerlerinde toplar. Sessizce çaylar içilir ve iki gönül adamı destur isteyip koltuklarının altından çıkardıkları neyleri üflemeye başlarlar. Gece boyu devam eden ney ve gazel ziyafeti sonunda, babasının yanında oturan çocuk büyülenmiş gibidir. Hıfzı Topuz Çılgın ve Özgür adlı kitabında; “İşte o gece Ege kıyılarının koyu renkleri içinde dinlediğim bu ses beni bugünkü derbeder, ne istediğini bilmez, bazen Eflatun kadar akıllı, bazen de tımarhaneye düşecek kadar bahtsız Neyzen Tevfik yaptı” diye anlatacaktır.

Tevfik babasından bu çalgının ney olduğunu öğrenir ve babasına ney üflemek istediğini söyler. Babası da; elbette çalabileceğini fakat öğrenmesi için uzun yıllar çalışması gerektiğini söyler. Henüz 9 yaşında olduğu için önce manevi yönden pişmesi gerektiğini izah eder. Önceliğinin dersler ve okulu olduğunu da belirterek Tevfik’in bu isteğini şimdilik rafa kaldırırlar.

Tevfik aylar geçse de o gece duyduğu ney sesinden kendisini kurtaramaz. Etrafta bulduğu boruya benzer her türlü nesneden ney sesi çıkarmaya çalışır. Nihayetinde dere kenarında gördüğü sazlıktan kestiği parça ile bunu başarır. Sonrasında bütün boş zamanlarında bu kamışlardan ney yapar, yaptıklarını üfler…

Babası oğlunun bu çabalarını ve yeteneğini görür. Okul konusunda daha fazla zorlamaz. Kendisi de öğretmen olduğu için oğluna eğitimini evde vermeye başlar, bir de kaval hediye eder.

Deli dolu geçen çocukluk döneminin bittiği, bıçkın delikanlı zamanlarını özgür ve başıboş geçirdiği günlerde, babasının Urla’ya tayini çıkar.

Yaz günlerinin bitip sonbahar zamanlarının serinlettiği günlerden bir sabah Bodrum’a veda ederler. Urla’ya geldiklerinde Tevfik bu yeni adreslerinden pek hoşlanmaz. Urla’ya iki saat mesafedeki kasaba denize çok uzaktır. Eski arkadaşlarını, gezdiği güzelim kıyıları, Ege Denizi’nin insanı kendine getiren kokusunu özler. Zaman sonra bu küçük kasabadaki yaşama alışır. Günün büyük bölümünü çarşıda aylak aylak dolaşıp babasının hediye ettiği kavalı çalmakla geçirir. Bir sabah çarşıda yürürken duyduğu sesle irkilir. Sesin geldiği dükkâna yönelir. Dükkânın önüne oturur ve hayranlıkla dinlemeye başlar. Bir süre sonra, kendisini ilgiyle dinleyen genci fark eden berber, neyi bırakarak onunla sohbet eder. Tevfik’in ney üflemeye olan merakını öğrenince de ona ders vermeye ikna olur. Gel zaman git zaman Tevfik zaten aşina olduğu ney sesi ile bütünleşir.

Her şey yolundadır fakat Tevfik’in deli dolu yapısı bir türlü dinmemiştir. Aşırı asabi hali, hem annesini hem de babasını endişelendirmektedir. Bu durumuna İzmir’de çare bulamayınca İstanbul’a göndermeye karar verirler. Tevfik, Annesi ile birlikte İstanbul’a gider ve tavsiye edilen doktoru bulurlar. Doktor Tevfik ile konuşur, onu dinler ve en çok ne yapmak istiyorsa onu yapmasını söyler. Tevfik ney üflemek istediğini söyler. Doktor da bu isteğine karşılık ileride çok ünlü bir neyzen olmasını dileyerek bu idealini sonuna kadar sürdürmesi tavsiyesinde bulunur.

Tevfik o mutluluk ve heyecanla ney üflemeye başlar. Ve bir daha da hiç durmaz. Günün birinde yolu İzmir Mevlevihanesi’ne düşer. Dergâhın önüne oturur ve başlar neyini üflemeye… Şeyh Nurullah Efendi sesi duyar ve Tevfik’in yanına gelir. Peşrev bitince Tevfik ayağa kalkıp toparlanır. Nurullah Efendi Tevfik’i yetiştirilmek üzere, dergâhın birinci neyzeni olan kardeşi Cemal Efendi’ye gönderir. Cemal Efendi notadan başlayarak ney ile ilgili her şeyi öğretir. Birkaç ay sonra da Tevfik’i neyzenlerinin yanına alır.

O artık Neyzen Tevfik’tir.

Son söz en başta dolanmıştı kalemimize;

Taş sokakların izi var dizlerimizdeki bitmeyen çocuk yaralarımızda...