Şule Gürbüz, Türk edebiyatında kendine has bir ses olarak ruhlarımıza sesleniyor. Bir saat ustası olarak zamanı sadece mekanik bir ölçüm meselesi olarak değil, varoluşsal bir sancı, ruhsal bir deneyim olarak ele alması, yazılarına da bu benzersiz derinliği kazandırıyor.
“Coşkuyla Ölmek” ise bu sancının hem edebi hem düşünsel olarak zirve yaptığı, bir anlamda Gürbüz’ün içsel fırtınalarının kitabıdır.
Dilin ve düşüncenin uçurum kenarı denilebilecek edebi bir derinliğe sahip Şule Gürbüz’ün kalemi, klasik roman anlatısından çok uzak.
Satır aralarında bir Tanpınar yankısı bulunsa da onun dili daha keskin, daha düzensiz ama aynı ölçüde müzikal.
“Coşkuyla Ölmek”te karakterler değil, düşünceler konuşuyor. Geleneksel diyaloglar yerine iç monologlar; olaydan çok anlamın izini süren, içe doğru kıvrılan bir anlatı var.
Gürbüz’ün anlatımı, yazarın zihinsel bir laboratuvara dönüştüğü bir üslup sunuyor. Cümleleri uzundur ama boğmaz; okura bir zihinsel efor yüklüyor ama sonunda zihni arındırıyor.
Bu eser, edebiyatın sınırlarını zorlayan metinlerden. Bir anlatının değil, bir zihinsel titreşimin romanı. O yüzden, “Coşkuyla Ölmek” sindirilerek okunmalı.
Tarihî ve kültürel bellekle yüzleştiren roman, modernleşmenin birey üzerindeki baskısını ve ruhsal parçalanmayı derinlemesine işliyor. Tanzimat’tan bugüne gelen aydın bunalımı, kitapta doğrudan olmasa da sezgisel bir biçimde hissediliyor. Karakterin sürekli geçmişe, eskiye, geleneğe bakışı, hem kişisel hem de kültürel bir kaybın yasını tuttuğunun göstergesidir.
Şule Gürbüz’ün gelenekle ilişkisi nostaljik değil; daha çok, gelenekle modernliğin arası açıldıkça ortaya çıkan eksikliğin acısını anlatır. Bu, hem tarihsel bir çözülmenin hem de kişisel bir tükenmişliğin romanıdır.
“Coşkuyla Ölmek” bir siyasal roman değildir; ancak apolitik de değildir. Gürbüz’ün karakteri, gündelik siyasete doğrudan değinmez; ama modern toplumun dayattığı yüzeysellik, hız, kimliksizlik ve gösterişe karşı güçlü bir bireysel başkaldırı içindedir.
Karakterin toplumsal beklentilere uyum sağlamayı reddedişi, bir tür pasif direniştir. Bu yönüyle Gürbüz’ün metni, bireyin içsel özgürlük arayışını ve sistem karşıtı bir varoluşu sessiz ama etkili bir şekilde dile getiriyor.
Romanın merkezinde nevrotik, obsesif, zamanla ve ölümle hesaplaşan bir zihin vardır. Karakterin içsel konuşmaları, hem psikanalitik bir vaka çalışması gibi hem de felsefi bir iç döküm gibidir. Gürbüz’ün dili, Jung’un gölge arketipiyle, Freud’un bastırılmış dürtüleriyle, Lacan’ın eksiklik nosyonuyla örtüşen yoğun psikolojik katmanlara sahiptir.
Roman, sadece ruhsal bir çözülmenin değil, aynı zamanda ruhun kendi üzerine çöküşünün anlatısıdır. Yazarın zihni, adeta kendi iç labirentine saplanmış bir bireyin bilinç akışıdır.
Gürbüz’ün anlatısı, şehirli yalnız insanın çığlığıdır. Toplumsal roller, modern ilişkilerin yapaylığı, yüzeysellik, başarı takıntısı gibi sosyolojik olgular, karakterin içinden geçtiği karanlıkta birer hayalet gibi dolaşıyor. Gürbüz, dışarıdan bakıldığında normal görünen bir yaşamın içinde patlayan içsel çürümeyi görünür kılıyor.
“Coşkuyla Ölmek”, bireyin modern toplum içinde yalnızlaşmasını, anlam kaybını ve kimlik dağılmasını derin bir sezgiyle işliyor. Kendiyle konuşan bu karakter, aslında tüm topluma konuşuyor; onun yalnızlığı evrensel bir ortak acıdır.
Şule Gürbüz’ün saatçilikle kurduğu organik bağ, sadece bir meslek değil, bir düşünce biçimi olarak metne sızar. Zaman kavramı, kitap boyunca hem felsefi hem fiziksel bir sorun olarak işleniyor. Saatin mekanikliği ile insanın ruhsal zaman deneyimi arasındaki uçurum, kitabın temel gerilimlerinden biridir.
Bu bağlamda kitap, zamanı teknik bir ölçümden çıkarıp ontolojik bir probleme dönüştürüyor. Mekanik saat parçaları, karakterin iç dünyasındaki dağınıklığın ironik bir karşılığıdır.
“Coşkuyla Ölmek”, bir roman değil de bir ruhsal rapor, bir iç deneme, bir zaman defteri gibidir. Şule Gürbüz, bu metinle sadece edebiyatın sınırlarını değil, düşünmenin ve hissetmenin sınırlarını da zorluyor.
Onun yazısında ölüm, kaçılan değil; beklenen, coşkuyla karşılanan bir son. Çünkü Gürbüz’ün dünyasında yaşamak, dağınık ve anlamını yitirmiş bir varoluşun içinde kalmaktan ibarettir.
Ve belki de bu yüzden, Gürbüz'ün kahramanı ölmek ister: Sessizlikte anlamı, duruşta kurtuluşu, yoklukta varlığı bulmak için.
Dipnot:
Şule Gürbüz’ü anlamak, yalnızca okumakla mümkün değildir; onun yazdıklarını dinlemek, durmak ve zamanla konuşmak gerekir.
“Coşkuyla Ölmek”, hem bir ölüm marşı hem bir içsel uyanış ilahisidir.