James C. Scott, "Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi" adlı kitabında, tarım devriminin “ilerleme” olarak kodlanmış mitolojisini paramparça ediyor.

Antropoloji, arkeoloji, tarih ve siyaset kuramı disiplinleri arasında akıcı bir geçiş yaparak modern uygarlığın kökenlerine dair radikal sorular soruyor:

Devletin ortaya çıkışı gerçekten bir ilerleme miydi?

Tarım, insanlığın refahını mı yoksa zincirlerini mi büyüttü?

Scott’ın dili teknik bilgilerle dolu olmasına rağmen şaşırtıcı biçimde sürükleyici. Akademik bir metinden çok, büyük bir anlatının peşine düşen bir tarihçinin günlüğü gibi okunuyor.

Hikâyeyi, yerleşik hayata geçişle birlikte ortaya çıkan tahıl-tabanlı tarım ekonomisinin, nasıl bir yönetim ve denetim aracı haline geldiği üzerine kuruyor.

Bu edebi yaklaşımla Scott, tahılın sadece bir gıda değil, bir ideoloji, bir iktidar pratiği olduğunu gözler önüne seriyor.

Kitabın temel tarihi tezi, ilk devletlerin ortaya çıkışını kutlayan geleneksel anlatılara karşı çıkıyor. Scott’a göre insanlar, on binlerce yıl boyunca kasıtlı olarak devletsiz, göçebe, özgür yaşam biçimlerini tercih etmişti. Yerleşik tarıma zorlayan şey, bereketli hilal coğrafyasında devletlerin ortaya çıkardığı vergi, işgücü kontrolü ve güvenlik ihtiyaçlarıydı.

Bu iddia, Hobbes’un“doğa durumu”nda barbar, şiddet yanlısı insan tahayyülünü sarsmakla kalmıyor; aynı zamanda devleti uygarlığın kaçınılmaz bir sonucu olarak gören siyasal teorilere de doğrudan meydan okuyor.

Tahılın tercih edilmesinin tesadüfi olmadığını gösteriyor Scott. Tahıllar—buğday, arpa, pirinç—ölçülebilir, depolanabilir ve vergiye tabi tutulabilir ürünlerdir.

Devletlerin biyopolitik kontrolünün başlangıç noktası da burasıdır. Buğday tarlası, hem gıda hem de vergi kaynağıdır; hem besler hem zincirler. Bu teknik analiz, tarımı yalnızca üretim bağlamında değil, kontrol edilebilirlik açısından değerlendirmesiyle çarpıcıdır.

Scott, erken dönem insan topluluklarının çoğunlukla devletten “kaçtığını” ileri sürerken, psikolojik bir tespitte de bulunur: İnsan, doğası gereği özgürlüğe meyillidir. Yerleşik hayata geçiş, konforlu olduğu kadar mecburi bir teslimiyettir. Bu, bireyin kendi doğasına, doğaya ve ötekine yabancılaşmasının miladıdır.

Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğunda tarif ettiği içsel çatışma burada antropolojik bir gerçekliğe dönüşüyor.

Kitapta özellikle dikkat çeken sosyolojik tezlerden biri de “devletin icadı”na dair olandır. Scott, devleti doğal bir oluşum olarak değil, belirli çıkarlar doğrultusunda şekillenmiş bir kurgu olarak ele alıyor.

Tahıl ve tarım sayesinde nüfusun sabitlenmesi, hiyerarşilerin inşası, sınıf farklılıklarının ve zorunlu emek sistemlerinin doğuşu, toplumsal ilişkileri kökten dönüştürmüştür.

Otorite, ilk kez yemekle birlikte gelmiştir.

Scott’un kitabı, geçmişi anlamanın yanında, bugünü sorgulamak için de bir çağrıdır.

Küresel iklim krizinden, endüstriyel tarımın yarattığı ekolojik yıkıma, kentleşmenin anonimleştirici etkisinden, neoliberal devletlerin “görünmez kontrol” mekanizmalarına kadar birçok güncel sorunun izini, tahılla kurulan ilk uygarlıklara kadar sürmek mümkündür.

Kitapta yer alan şu cümle, bu eleştirinin özetidir:

“Devletlerin tarih öncesi bir gerçeklik değil, belirli koşulların ve stratejik tercihlerin ürünü olduğunu kavrarsak, onların doğallaştırılan gücüne karşı düşünmek de mümkün hale gelir.”

Tahıla Karşı,ile James C. Scottbir tarihi bilgilerin yanında, aynı zamanda bir uyanış çağrısı yapıyor.

Sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz medeniyet anlatısını, “ilerleme” miti üzerinden deşifre ediyor.

Bu kitabı okuyan bir gazeteci, bir çiftçi, bir kentli ya da bir siyasetçi; hepsi şu soruyu kendine sormalı:

Biz gerçekten daha iyi bir hayat mı seçtik, yoksa sadece daha kontrol edilebilir bir hayat mı?

Uygarlığın tüm görkemli yapılarının altında ezilen bu soruyu, belki de bir buğday tanesi kadar sade ama bir orman yangını kadar sarsıcı şekilde hatırlamak gerek.

Tahılın icat ettiği devlet, acaba bizi mi ehlileştirdi?