İnsan bazen bir çölün kıyısında yaşar; bazen de o çölde kaybolduğunu sanırken aslında kendi içinin haritasında yol almaktadır.
Dino Buzzati’nin 1940 tarihli başyapıtı “Tatar Çölü”, bu ince sınırda, hayal ile gerçek, umut ile çürüme arasındaki bölgede geçiyor.
Yüzbaşı Giovanni Drogo’nun bir kalede başlayıp bir çölde sona eren ömrü, sadece bireyin değil, modern çağın trajedisini de ortaya koyuyor.
Buzzati’nin anlatımı yalın görünüyor ama bu yalınlık, bilinçli bir stil tercihiyle okurun üzerine derin bir melankoli salıyor. Kalede geçen zamanın durgunluğu, dilin ritminde de hissediliyor. Her cümle, sanki bir başka bekleyişi öteleyen bir tuğladır.
Romanın çöl imgesi, metaforik olarak hem dışsal hem içsel bir boşluğu temsil ediyor.
Kafka ile sık sık karşılaştırılan Buzzati, “Tatar Çölü” nde “bürokratik boşluk” yerine “zamanın körelttiği insan”ı anlatıyor.
Camus’nün“ Sisifos Söyleni” ile de örtüşüyor: Drogo’nun her sabah aynı rutini yapması, aslında hiçbir zaman gelmeyecek bir anlam için yaşamasıdır. Roman, bu haliyle modern varoluşsal edebiyatın doruklarından biridir.
1940’ların başında yazılan “Tatar Çölü”, İkinci Dünya Savaşı’nın kıyısındaki Avrupa’nın ruh halini yansıtır. Faşist İtalya’da, militarizmin övüldüğü bir dönemde, Buzzati aksine bir eleştiri sunar: Zafer, bir ihtimal değil, bir saplantıdır.
Kalede geçirilen yıllar, aslında savaşa değil, savaşı beklemenin sistematikleşmesine adanmıştır.
Tarihsel olarak düşünüldüğünde, Bastiani Kalesi, İtalya’nın kuzeydoğusundaki Avusturya sınırına yerleştirilmiş bir nöbet noktası izlenimi veriyor. Ancak, bu konum hiç netleşmez, tıpkı düşmanın kim olduğu gibi. Bu da dönemin totaliter rejimlerinin muğlak düşman imajı yaratarak kendi iç iktidarlarını meşrulaştırmalarına benziyor. Savaş yoktur ama savaş fikri vardır. Çünkü iktidarın sürekliliği, sürekli bir tehdit varsayımına dayanıyor.
MichelFoucault’nun “disiplin toplumu” kavramı burada ete kemiğe bürünüyor. Kale, askeri bir yapı olmanın ötesinde, bir tür ideolojik eğitim merkezidir.
Birey burada görev, hiyerarşi ve sadakat üçgeninde yeniden inşa ediliyor. Drogo, başlangıçta bu sistemin dışında bir hayata dönmeyi planlıyor, fakat zamanla sistemin bir organına dönüşüyor.
Siyaseten, Buzzati’nin kaleyi tanımsız ama düzenli tutması anlamlıdır: Net düşmanlar ya da açık çatışmalar yoktur ama bireyler kontrol altındadır.
Bu, modern devletin şeffaf şiddetidir. Disiplin, fiziksel zorlamadan çok, beklenti yoluyla kurulmuştur. Birey artık yalnızca bedenini değil, zihnini de sisteme teslim eder.
Drogo’nun hikâyesi, aslında herkesin yaşadığı ama adını koyamadığı bir psikolojik gerçekliğe dayanıyor: Bekleyerek yaşamak, yaşamamaktır.
İnsan, içsel bir görev hissiyle kendini oyalar, ertelediği hayalleri “doğru zaman” mitine bağlar. Ancak “Tatar Çölü”, bu zamanın asla gelmeyeceğini hatırlatıyor.
Psikoloji literatüründe bu durum, öğrenilmiş çaresizlik ve varoluşsal boşluk (Frankl) ile ilişkilidir. Drogo, kalede geçirdiği her yılın ardından geri dönme ihtimalini daha az düşünür. Kendi özgürlüğünden adım adım vazgeçer, çünkü bağlı olduğu sistem ona anlam yerine alışkanlık sunar.
Ve insan alışkanlığa anlamdan daha çabuk bağlanır.
Kale sadece Drogo’nun değil, bir topluluğun ortak ritüel alanıdır. Her asker, aynı hayali taşır: Günün birinde saldıracak bir düşman ve o düşmanın geri püskürtülmesiyle kazanılacak bir şan.
Bu, sosyolojik olarak normatif sapmanın sistematikleşmesidir. Toplum, gerçekliğin değil, ortak bir yanılsamanın içinde yaşamaktadır.
Bu bağlamda “Tatar Çölü”, modern bürokratik toplumların eleştirisidir. Görevler belli, kurallar açık, organizasyon tamdır – ama amaç yoktur. Bu durum, Durkheim’ın“anomi” kavramıyla açıklanabilir: Normlar vardır ama işlevleri yoktur; insanlar hareket eder ama nedenini bilmezler. Sistemin varlık nedeni, kendi devamlılığıdır.
Buzzati'nin mekân kullanımı, zaman algısını değiştiren bilimsel bir deney gibi işlenmiş. Kale, zamanın yavaş aktığı bir bölgedir. Günler birbirine benzer, mevsimler fark edilmez, yaşlanma hissedilmez.
Bu, insan zihninin zaman-mekân algısına dair bilimsel tartışmaları akla getiriyor. “Kapalı sistemlerde zaman algısı bozulur” önermesi, romanın yapısıyla örtüşüyor.
Ayrıca kalenin mekanik düzeni – nöbetler, talimler, raporlar – teknik işleyişin sürekliliğini simgeliyor.
Her şey çalışır, ama bir hedef uğruna değil. Bu, günümüz bürokrasilerinde de sıkça görülen “amaçsız teknik işleyiş”sendromuna işaret ediyor. Teknoloji ve düzen işleyebilir ama insan bu düzende anlam bulamayabilir.
Drogo'nun ömrü, büyük bir savaşın hiçbir zaman gelmediği bir bekleyişle geçiyor. Ve ne zaman ki ölüm yaklaşıyor, insanın içinde anlam arayan ses tekrar yükseliyor. Ama bu ses, bastırılmıştır; çünkü hayat çoktan tüketilmiştir.
Buzzati burada şu soruyu soruyor: Hayat, sadece sonuçlar üzerinden mi anlamlıdır, yoksa sürecin kendisi de bir anlam taşıyabilir mi?
“Tatar Çölü”, bu sorunun cevabını vermiyor. Ama onu derinlemesine sorduruyor.
Beklemek, çoğu zaman yaşamaktır. Ama neyi beklediğimizi bilmiyorsak, bu yaşam yalnızca zamanın kemirdiği bir iskelet olabilir.
Buzzati’nin“Tatar Çölü”, insanlık durumuna dair kalıcı bir sorgulama metni olarak bugün de geçerliliğini koruyor.
Belki de bugün bizler de kendi BastianiKalesi’mizdeyiz.
Savaş yok. Düşman belirsiz.
Ama görev sürüyor.
Ve gün geçtikçe, kaleden ayrılmak daha da zorlaşıyor.
Büyük bir “şeyin” gelmesini bekliyoruz.
Ve belki, o şey hiç gelmeyecek.
Ama biz yine de kalede kalmaya devam ediyoruz.