Bahar gibi çocuk, çocuk gibi bahar düşsün yüreğimize...

İlkokul dönemlerimde şehir kütüphanesinde vakit geçirmeyi severdim. Kitap okuma tutkusu da kütüphanedeki kitaplarla tanışmamla başladı.

Rahmetle andığım ilkokul öğretmenimiz Muazzez Gürel, her hafta bir konu verir ve araştırmak üzere bizi kütüphaneye gönderirdi.

Çocuk aklımla kitap aralarında kaybolmaktan büyük keyif alır, büyüdüğümü düşünürdüm.

Böyle bir araştırmayı da meşhur Tokat türküsünde geçen “Onbeşliler” üzerine yapmıştım.

Küçük yaşta Çanakkale Savaşı'na gönderilen minik askerlerin öyküsünü öğrenmek beni daha da heyecanlandırmıştı. Araştırmamda savaşa gönderilenlerin 15 yaşında olmayıp, onlara “Onbeşliler” denmesinin başka bir nedeni olduğunu öğrenince heyecanım daha da arttı.

Çanakkale Deniz Savaşı sonrasında İtilaf Devletlerinin Nisan 1915’ten itibaren kara çıkartmasına başlamalarıyla birlikte cephede takviye kuvvetlere ihtiyaç duyulur. Dönemin padişahı Sultan V. Mehmed Reşad, 14 Mayıs 1331’de (27 Mayıs 1915) bir emir yayımlayarak Askeri Mükellefiyet Kanunu’nda değişiklik yapar ve lise talebelerini de cepheye çağırır. Yapılan değişikliğe göre:

“Madde 1: Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-u Muvakkatinin (geçici kanununun) 42. Maddesindeki fıkra atiye (geleceğe) tezyil (ertelenmiş) olunmuştur. Muayene-i intihaiye esnasında (muayene sonucunda) mekatib-i sultaniyenin (sultani mekteplerinin) onuncu sınıflarında bulunanlar da hizmet-i makzura (zikri edilen hizmet) hakkına nail olacaktır.”

Bu değişiklikten sonra Harbiye Nezareti de bir tebliğ yayımlayarak 1314 (1896) doğumluların henüz askerlik hizmetine çağrılmamışları ile 1315 (1897) doğumluların teslim olmalarını ister.

Padişahın ve Harbiye Nezaretinin bu tebliği sonrasında yurt genelinden birçok kişi, harbe katılır.

Burada sözü edilen “Onbeş’liler” 1315 doğumlulardır. Yani 1 Haziran 1897 ile 22 Mayıs 1898 arası doğumlulardır.

Henüz 18 yaşını bile doldurmamış çocukların bu hazin öyküsü beni derinden etkilemişti.

Fotoğraf: https://www.instagram.com/p/Bg1WCbEhBJU/?igshid=YmMyMTA2M2Y=

Yıllar sonra oğlumun proje ödevi için kütüphanemdeki kitaplarda araştırma yapıyordum. Ödevinin konusu, Atatürk ile ilgili güzel bir derleme olanağı sunuyordu. Ödev için farklı, daha önce bu açıdan bakılamamış bazı detayları derlemek istedim. Bir de ödevin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın kutlandığı hafta içerisinde öğretmene teslim edilecek olması, ödeve ayrı bir anlam yüklüyordu.

Oğlumun da bu fikri benimsemesi ve benimle birlikte kitapların içinde konu araştırması çok büyük keyifti.

 

Atatürk’ün gerçekleştirdiği yurt gezilerinde yaptığı toplantılarından nakledilen konuşmaları he zaman ilgimi çekmiştir. Özellikle küçüklere “çocuk” diye seslenmesi en çok dikkatimi çeken durumdu. Bu seslenişi çok önemsemiştim ve bu sözcüğün bir şeyleri sakladığını düşünüyordum.

Selanik doğumlu olması sebebiyle, yerel olarak güncel konuşma diline “Kızan” sözcüğünün yerleşik olabileceği ve sonradan o sözcüğün Türkçeleşerek “Çocuk” sözcüğüne dönüşebileceği aklıma geldi.

Nihat Genç’in, “Edebiyat Dersleri” adlı kitabında bir yazı dikkatimi çekmişti; Falih Rıfkı (Atay), o günlerde Akşam Gazetesi’nde yazdıklarından alıntılarla Medine Savunması’nı anlatıyor. Askerleri için Harbiye Nazırlığı’na karşı, günümüze uzanarak yerleşen “Mehmetçik” sözcüğünü ilk kullanan Fahrettin Paşa’nın, tüm olanaksızlıklara rağmen o çocuk denecek yaştaki askerlerinden en yüksek verimi alabilmek için, onlara nasıl davrandığını, o kıtlık şartlarında hurma yemekleri ve çekirge kavurmasını askerlerine kendisi de yiyerek tavsiye edişini okudum.

Tüm birliklerini sırayla haftada bir gün karargâhta konuk edişini, Peygamber Kabri’ni ziyaret ettirişini ve geceleri yaşları küçük olan askerlerine “Karagöz Perdesi”nde oyunlar seyrettirerek, yeni emirlerini böyle verdiğini öğrenince duygusal yanım ağır basmış, gözyaşlarımı zapt edememiştim.

Sunay Akın, “Kırdığımız Oyuncaklar” adlı öyküsel anı derlemesi kitabının bir bölümünde, Ege Vapuru’nun salıncağını konu alır. O günlerin vapurlarında, yolcuların sallanmaları için salıncak bulunmaktadır ve 28 Kasım 1930 günü, Ege Vapuru yolcularından biri de, vapur denizin maviliğini ve günün serinliğini yırtarken sallanmıştır.

Sallanan salıncağın ritmiyle çocukluğuna dönen bu insanın dilinden de “Ah Babacığım!” sözleri dökülmüştür. O insan dayısının çiftliğinde geçirdiği günlerden başlayıp, çocuk yaştaki askerleriyle neleri başardığını, ufkun mavisiyle birleşen denizi seyredip düşünürken, babasına bir sözcükle gülümsemiştir. Ege Vapuru, uzun bir süre Haliç’te bekledikten sonra bir hurdacı tarafından satın alınır. İlk salıncağı, bir işçi tarafından sökülerek kalabalık ailesini barındıran köhnemiş evinin bahçesine kurulur. Çocuklarının sevinç çığlıkları, 28 Kasım 1930 günü o salıncakta sallanan Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bakışlarına karışarak, gökyüzünün mavisinde buluşurlar.

Bir milletin yurt savunması sırasında muharip ordusunun yetmediği durumlarda, ordusuna kattığı yedek güçleri, her zaman askerliğini tamamlamış ileri yaş gruplarını kapsar. Bu yedek askerliğin, Yemen Savunması için söylenen “Yemen Türküsü” nde işlendiğini şu sözlerde görürüz:

şu dağın ardında redif sesi var/ varın bakın çantasında nesi var/ bir çift pabuç ile fesi var/ burası huştur yolu yokuştur/ giden gelmiyor acep ne iştir

Evet, “redif” sözcüğü ile anlamlanan işte bu yedek askerlerimizdir. Ancak Kurtuluş Savaşımıza doğru yaklaştıkça, şehit olan askerlerimizin yaşları incelendiğinde çok açık bir sonuç vardır. Muharip güce katılacak olan yedek (Redif) askerimiz kalmamıştır. Hatta çoğu ilin lise mezuniyet defterlerinde Çanakkale Savaşı’nda şehit olduklarından, o yıla ait mezun verilemediği yazılıdır.

Ulu Önder salıncakta sallanırken kendi çocukluğundan, vatan savunmasında çocuk askerleriyle omuz omuza savaştığı o günlere de bakmıştır. Onun emir ve komutası altında olmasa bile, verilen her emrin, savaş alanlarında çocuk denecek yaşta askerler tarafından icra edildiğinin bilincindedir.

Aslında onun askeri yaşamında belki de bu günlerin fikri, “Çocuk ve Savaş” anlam eşitliğinin yoğun acısından taşmış ve kazanılan bağımsızlıkla birlikte bu anlamı sonsuza kadar “Çocuk ve Bayram” şeklinde değiştirmiştir. 

Şimdilerde yine dünyanın birçok yerinde savaşlar sebebiyle çocuklar yok oluyor. İnsanoğlunun bitmeyen hırsının bedelini her daim çocuklar ödüyor.

Tüm bu olumsuzluklara ve yaşanan çocuk zulmüne karşı diyebileceğim en güzel sözü söyledim en başta;

Bahar gibi çocuk, çocuk gibi bahar düşsün yüreğimize...