Gökyüzü kanatlanmış rüzgarı selamlıyor, deniz telaşa düşmüşken

Bir düşünün…

Uzun sıradağlar boyunca uzanan, yeşilin her tonuna boyanmış, çeşit çeşit ağaçların yer aldığı orman katarlarının arasında sıralanan patikalarda yürümek…

Rengarenk çiçekler içinde koşturup, uçsuz bucaksız çimenlerin üstüne uzanıp topladığın papatyalardan taç yaptıktan sonra genzine dolan çiçek kokularından sarhoş olmak…

Dalından koparılan domatesin kokusunu içimize çekip, follukta bizi bekleyen yumurtanın sıcaklığını hissedip, sütünün sağılmasını bekleyen ineğin sesine karşılık vermek…

Kat kat olmuş pamuksu dokusuyla bembeyaz bulutları seyredip, düşlerimizi ısıtan güneşi koynuna alan ve ufuk çizgisine kadar uzamış masmavi gökyüzünü seyretmek…

Sabahın serinliğinde kokusunu içimize çekip, serin sularına bedenimizi bıraktığımız denizin kıyıya savurduğu kumların üstünde soluklanmak…

Elimizle diktiğimiz fidanın büyüyüşüne, dallanıp budaklanmasına tanık olup, günü geldiğinde dalından kopardığımız meyvesini avuçlarımıza alıp, dudaklarımıza yayılan mutlulukla, tadını damağımızda hissetmek…

Usul usul yağan yağmurun eşlik ettiği, sisli ve serin rüzgarın ciğerlerimize dolduğu yaylaların doruklarında, nefesimiz kesilene kadar koşmak…

Dalgaların vurmasıyla oluşan oyukların içinde yetişen deniz bitkilerinin arasından çıkan çeşit çeşit balıklarla birlikte denizin dibinde olmak…

Alın terinin ne olduğunu hissettiren sıcakta bile, tarlaya ektiğin tohumun hasadını yaparken, duyduğun gururun farkına varmak…

Beyaz örtünün hesapsızca kapattığı dağın zirvesinde bata çıka yürüyüp, üstümüze yapışan karların kıyafetlerimize donuşunu görüp, buna rağmen o beyazlığın keyfini çıkarmak…

Nefeslenmek için sırtını dayadığın ağacın gövdesini kendi vücudun gibi görüp, her şeyden vazgeçtiğin an, hayata saldığın köklerinin olduğunu hissetmek…

Ve daha birçoğu…

Doğa…

İnsanı mutlu eden yegane gerçekliktir, doğa…

Yukarıdaki satırları okurken bile –ki yaşamamıza gerek bile yok- o anları gözümüzün önüne getirip gülümsedik, iyi hissettik.

İyi hissettirdi… Belki de ah çektik, en derinden, yaşamak istercesine, oralarda olmak hevesiyle…  

Alman Bakteriyolog Paul Ehrlich; “Doğa insan olmadan da yaşar; ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz” diye boşa söylememiş. Varlığını bilmek bile insana yaşama gücü veriyor.

Ve biz bunu bile bile yaşama gücümüzü yok ediyoruz, tüm insanlık olarak…

Hiçbir uyarı çare olmuyor, hiçbir söylem yeterli gelmiyor maalesef. Çünkü yaşamak için başka şeylere ihtiyacımızın olduğuna inandırıldık. İnandıkça daha kötü olduk ve sonuçta yaşamak için çevremizi de kendimize benzettik.

“Benim sadık yârim kara topraktır diyen” Aşık Veysel’in sözlerini tekrarlarken bile düşünmüyoruz, bu kadar önemli olan kara toprağa yaptığımız kötülükleri, güya aynı toprakların insanıyız.

Ne toprak kaldı, ne hava, ne de deniz…

Tekmili birden yüzümüze haykırıyor bütün hıncını…

Deniz salyası diye bir bela var şimdilerde, gözümüz gibi bakmamız gereken denizlerimizi kaplayan. Ve nedir bu diye soruyoruz birbirimize, sebebini hiç bilmiyormuşuz gibi…

Gerçi Yılmaz Özdil çok güzel tarif etti;

“Doğa suratımıza tükürüyor, suratımıza. Olan bu…”

Hala olanın bu olmadığını iddia ediyorsanız ve yaşadıklarımız bunlar değil diyorsanız, gözlerinizi kapatın ve yine düşlere dalın, en baştan başlayarak;

Gökyüzü kanatlanmış rüzgarı selamlıyor, deniz telaşa düşmüşken…