Yağmur damlalarının ıslattığı otlara basarak tarlanın kenarına geldi. Gözünü kısıp güneşin doğduğu tarafa baktı. Yeni sürülmüş toprağı andıran, yılların yükünü taşıyan yüzündeki çizgiler gerildi. Gökyüzündeki bulutlar gece boyu devam eden yağmurdan yorulmuş gibiydi. Elindeki sopaya tutunarak birkaç adım daha attı. Koca gövdeli zeytin ağacına elini koydu. Uzun dal parçalarına benzeyen yaşlı parmaklarıyla ağacı okşadı. Kim bilir ne zaman dikilmişti bu ağaçlar. 

Eğildi, geniş gövdeli ağaca dayandı. “Kendimi bildim bileli buradasınız. Babam da anlatırdı sizin hep burada olduğunuzu, o doğmadan önce de varmışsınız. Dedem bile; dedemizden kaldı bu zeytinler derdi” diye söylendi, onunla konuşur gibi. “Ömrünüz daim olacak. İnsanoğlu yitip gider amma siz baki kalacaksınız. Rahmetli anam, ağaç gibi dik duracaksın derdi. Dik durmayı sizden öğrendik. Bizden bu kadar... Hadi kal sağlıcakla” dedi.  İki eliyle yüzünü tutar gibi gövdesini kavradığı ağaçla vedalaştı. 

Akşam gün batmaya yakın tavuklar, horozlar, ördekler, civcivler gelir, ağaç dallarından yapılma çiti geçerek, kümesin önünde toplaşırlardı. Bahçe duvarının yanında sıralanmış meyve ağaçlarının dalları, akşamın kızıllığında çıkan meltemle birlikte hafif hafif sallanır, âdeta onlara hoş geldin derdi. İki tane de ineği vardı Zehra ninenin. Az da olsa verdikleri sütün tadı çevre köylerde bile bilinirdi. Hele yan köydeki Bakkal Ahmet’in küçük oğlu Nazım okul çıkışı gelip; “Zehra nine süt içmeye geldim” deyince, “Oğlum sizin ineğiniz, sütünüz yok mu?” diyemez, sütünü içirip öyle gönderirdi.  

Nazımların köyünde okul yoktu. Aslında vardı ama kapatılmıştı. Taşımalı dedikleri yeni bir sistem yüzünden, çevre köylerdeki çocukların hepsini bu köydeki okulda toplamışlardı. Köylerinden sökün edip, zeytin ağaçlarının arasından gelip geçen çocuklar, sabah gün doğmadan, akşam da gün batmadan yollara düşerdi. Bir tek Nazım geç kalırdı eve, Zehra ninenin hazırladığı sütü içmeden ne gün biterdi onun için ne de okul. Bilgiç bilgiç konuşarak “Süt içince okulda öğrendiklerim beynimde yer ediyor” derdi.

Akşam el avuç çekilince ovanın ortasındaki köyleri sessizlik kaplardı. Ağaçların sesini dinlemek için bu vakitleri bekleyen Zehra nine ağır adımlarla gelip, evin önündeki ahşap sedire otururdu. Asma dallarının üstünü kapattığı sedirin dört bir yanı minder döşeliydi. Kırmızı, yeşil, mavi, sarı, turuncu, mor; renk renk desenli minderler çiçek bahçesi gibi beziyordu sediri. Dolunay geceyi aydınlatırken, asma yapraklarının arasından görünen kısmı Zehra ninenin yüzüne vurdu. Aynı anda gecenin sessizliğini metalik bir böğürtü bozdu. İrkildi… Ayağa kalkıp, ovaya doğru baktı yorgun gözleriyle. Dolunayın önünde kümelenen bulutlarla, ipil ipil eden ışık huzmesine dikti gözlerini. Yaşlı yüzü gerildi yine; “Hayırlısını ver ya rabbim” dedi. Tadı kaçmıştı. Eskimiş kalaslarla desteklenen evinin duvarlarına baktı. “Yatmalı” dedi içinden “Sabah ola hayrola…”

...

Kırağı düşmüş çimenlere basa basa, yan köye doğru yürüyordu Zehra nine. Elinde ona destek olan, baston niyetine kullandığı dal parçasının ucu ıslak toprağa batıyordu. Bedeni, zeytin ağaçlarının yaprakları yüzüne değdikçe daha bir dirileşiyordu. “Ömür” diyordu, “Bin ömür olsa, bini de burada yaşanmalı.” Yan köyde halasının kızı vardı. Zamanında Durduların Memiş’le evlenen halakızı Züleyha’yı görmeye gidiyordu. Elindeki küçük bakraçta dün çaldığı yoğurt vardı. Vardığında sofrayı hazır buldu. Züleyha; “Kesik yağladım, çay da var, bereketinle geldin, gel buyur Zehra abla” deyip, misafirini içeri aldı.

Onlar sofradayken bir koşuşturma, bağırış çağırış aldı başını yürüdü köyde. Ne oluyor demeden Züleyha’nın yan komşusu Hatice geldi. “Köyümüz, tarlamız, bağımız, bahçemiz, zeytinimiz, incirimiz elden gidiyor. Buralar hep mahvolacakmış” diye dövündü durdu. “Dur hele! Azcık soluklan, şunu doğru dürüst anlat hele bacım” dedi Züleyha. Olanı biteni anlattı. Anlattıkça yüzler gerildi, kaşlar çatıldı.

Zehra nine Bakkal Ahmet’e uğrayıp eksik görmeye niyet etmişti. Köyün orta yerindeki bakkala doğru yöneldi. Sokaklarda kimsecikler görünmüyordu. Şaşırdı. Elindeki dal parçasından destek almasına rağmen iki yana sallanarak yürüyordu. Yorgun ve yaşlı dizleri hızlı yürümesine engel oluyordu. Bakkala vardığında kapının girişinde sandalye olduğunu gördü. Buralarda böyleydi. Kapının girişinde sandalye varsa, sahibi kısa süreliğine bir yere gitmiş, biraz sonra gelecek demekti. Hasır örgülü sırtlığı ve oturağı olan sandalyeyi tutup dükkânın önüne koydu Zehra nine. Yavaşça oturunca dizlerinin ağrısını hissetti. Elleriyle dizlerini ovdu. “Kör olasıca yaşlılık herkesi buluyor işte” diye geçirdi içinden. Birkaç dakika sonra Bakkal Ahmet geldi. Nefes nefese kalmıştı. Zehra nineyi görünce yüzü güldü. Eğildi elini öptü. “Hoş geldin Zehra ninem, sefalar getirdin” dedi.  Olanları anlattı. O anlattıkça Zehra nine oturduğu sandalyede bir o yana bir bu yana sallandı. “Senin anlayacağın buralarda ne zeytin kalır ne incir; ne nefes alacak havamız ne de içecek suyumuz…” 

Zehra nine dinledikçe gök rengi gözleri kora döndü. “Olmaz öyle şey, çaresini bulmalı, hadi benden geçtim, sizlerin yaşayacak yılları, çocuklarınızın; Nazımgillerin ömürleri var bu topraklarda”  deyip yerinden kalktı. Tam yürüyecekti, Bakkal Ahmet elinden tuttu. “Dur güzel anam, sana diyeceklerimi dinle, ondan sonra ne yapılacaksa birlikte yapalım” deyip sandalyeye tekrar oturttu. “Bak Zehra ninem, hepimizin üstünde emeğin, hakkın var.  Bütün ova köylerinin, dağ köylerinin hatta cümle hayvanın, haşaratın üstünde hakkın var, emeğin var. Lakin bu iş büyük iş… Hepimizin boyunu aşar. Biliyorsun kimse bu tür işlerde kılını kıpırdatmaz. Hele erkekler kahveden beri gelmiyor. Bu işe öncülük eder köylerdeki kadınlara derdimizi anlatırsan, iş ne kadar büyük de olsa baş edilir. Kadınlar seni dinler, sayar. Sen onlara önderlik et, bütün köyler peşinden gelir” deyip Zehra ninenin ellerini tutup, öptü.      

Derdini anlatmaya çalışan köylülerin etrafında kümelenen gazeteciler bir taraftan not alıyor, bir taraftan da fotoğraf çekmeye çalışıyorlardı. “Burası bizim baba ocağımız” diyordu, beyaz başörtüsünün iki yanı omuzlarından aşağı düşmüş Nazife teyze… “İncirimiz, zeytinimiz, narımız, portakalımız çürüyüp gitsin mi, bu nasıl vicdansızlık!” diye bağırdı Şerife abla… “Deprem ölçümü yapacağız diye geldiler meğerse toprağımızı mahvedeceklermiş, ulan erkek adam yalan söyler mi!” diye dikleşti, ela gözleri çakmak çakmak olmuş, çiçekli şalvarına vura vura kaldırdığı elini havaya savuran Gülsüm teyze…

Köylülerin topraklarını kirletenlere karşı gösterdikleri direnç, gün geçtikçe büyüdü. Kadınlarla başlayan karşı duruş, bütün memleketi sardı. Zehra ninenin önderliği kısa sürede duyuldu. Yerel gazetelerle başlayan haberler, ulusal gazetelerin manşetine taşındı. O günden sonra Zehra ninenin adı Toprak Ana diye anılır oldu. Zehra nine susturulmalıydı, kadınlar susturulmalıydı. 

Kadınları etrafına topladı Zehra nine. Tek tek göz gezdirdi hepsinin üstüne. Gözlerinin içine içine baktı, o gök gözleriyle. Derin bir nefes aldı ve dudaklarını araladı: “Toprak anayı, yani bizi var edeni unutmayın. Toprak kadına emanettir, kadın toprağa. Çünkü bu ikisinin kıymeti hiçbir zaman bilinmemiştir. Kıymet bilinmeye bilinmeye bu hale geldik. Zeytinlerimiz kavruldu, incirlerimiz döküldü, sebzemiz kurudu. Havamız, suyumuz, taşımız, toprağımız bize emanet. Bizden çocuklarımıza, torunlarımıza geçecek. Bugün korumazsak yarına yiyecek ekmeğimiz olmaz.”  

Konuştukça kalabalık çoğaldı. Kalabalık arttıkça o coştu. Yorulmuştu. Yaşlı bedeni gece-gündüz, yağmur-soğuk demeden süren bu hareketliliğe alışkın değildi. Yatağına girdiğinde ağrılarından gözüne uyku girmiyordu. Dizlerinin sabaha kadar dinmeyen sızısına rağmen huzurluydu. Gözleri kapandığında gecenin sessizliği sarmıştı yeryüzünü. 

Sabah erken kalkmak adettendir buralarda. Bu yaşına gelene kadar, hep gün doğmadan kalktı Zehre nine. Dışarı çıkıp kümesin kapısını açtı. Ambara gitti. Çuvala daldırdığı çinko kaba, tepeleme darı doldurdu. Kümesten çıkan hayvanların önüne serpti. Ahırda onu bekleyen ineklerini de yemleyip evin bahçesinden çıktığında hava aydınlanıyordu.     

Yağmur damlalarının ıslattığı otlara basarak tarlanın kenarına geldi. Gözünü kısıp güneşin doğduğu tarafa baktı. Yeni sürülmüş toprağı andıran ve yılların yükünü taşıyan yüzündeki çizgiler gerildi. Gökyüzündeki bulutlar gece boyu devam eden yağmurdan yorulmuş gibiydi. Elindeki sopaya tutunarak birkaç adım daha attı. Koca gövdeli zeytin ağacına elini koydu. Uzun dal parçalarına benzeyen yaşlı parmaklarıyla ağacı okşadı. Kim bilir ne zaman dikilmişti bu ağaçlar. 

Eğildi, geniş gövdeli ağaca dayandı. “Kendimi bildim bileli buradasınız. Babam da anlatırdı sizin hep burada olduğunuzu, o doğmadan önce de varmışsınız. Dedem bile; dedemizden kaldı bu zeytinler derdi” diye söylendi onunla konuşur gibi. “Ömrünüz daim olacak. İnsanoğlu yitip gider amma siz baki kalacaksınız. Rahmetli anam, ağaç gibi dik duracaksın derdi. Dik durmayı sizden öğrendik. Benden bu kadar... Hadi kal sağlıcakla” dedi.  İki eliyle yüzünü tutar gibi, gövdesini kavradığı ağaçla vedalaştı. 

Geriye döndüğünde yol boyunca sıralanmış jandarmalar ve köy halkının ona doğru geldiğini gördü. Yaşlı bedenini geriye doğru attı. Başını kaldırdı. Çenesini gökyüzüne doğrulttu. Geceyi döven yıldırımların ardından geride süt beyazı bulutlar kalmıştı, boynundaki boncukların mavisine dönmüş gökyüzünde. Dimdik yürüdü. Çıplak ayaklarının toprağa bıraktığı izler kaldı geride. 

Geldi, dikildi kalabalığın önüne. Derin bir nefes çekti, yorgun gözlerini kapattı. Ağır ağır kaldırdığı ellerini öne doğru uzattı. Biraz önce ağacı okşayan iki elinin parmaklarını birleştirdi. Kelepçenin soğuk metali el bileklerine değil; zeytin ağacının gövdesine benzeyen, kurumuş, ince, uzun boynuna takıldı sanki…